Pazar, Mayıs 30, 2010

Manifesto

Her haftasonu görüştüğü sayılı arkadaşları vardı. Hemen hemen her konudan konuşurlardı. Pek çekinmezlerdi birbirlerinden, sır saklamazlardı, ancak her şeyi de anlatmazlardı. Bazı şeylerin söylenmeye ihtiyacı olmadığı için, bazılarının da öteki hafta konuşulacak konular olması için. Fakat, elbette her iki insan arasında olduğu gibi, onun da arkadaşlarıyla ters düştüğü konular vardı: İlişkiler mesela. Hatta onu en çok anlayan, en tarafsız yaklaşan arkadaşı Ziynet'le bile. Bazı günler olurdu, kimseye ulaşamazdı, bazı günler olurdu ulaşmak istemezdi. Yalnız olmayı istediği yahut istemediği anlar. Yalnız olmayı istemediği halde hiçbir arkadaşına ulaşamadığı anları en korkunç anları olmaya başlıyordu. Böyle bir dönemde karşısına kim çıkarsa çıksın konuşur, vakit geçirir, yazışır, sevişir. Bu korku öyle bir hal alıyordu ki daha iki dakikalık insanlara derdini açmaya, aşık olmaya -gerçi daha çok aşık etmeye- çalışır olmuştu. Bu yüzden böyle anlar için yanında tuttuğu bazı insanlar vardı. Ona aşık olanlar yahut idol olarak görenler. Poh pohlanma ihtiyacı. Hiçbir arkadaşının onaylamayacağı bir ilişki bile yaşayabilirdi. Yalnızca -kısa bir süre bile olsa- uzaklaşmak, yormayacak bir insanla birlikte olmak, hiçbir şey düşünmemek için. Çünkü düşünmek, en tehlikeli uğraş haline geliyordu. Bu nedenle yalnızlık bu denli korutucu oluyordu. Lakin, bunu kimseyle paylaşamıyor. Ne yazık ki "acıma" peyda oluveriyor birden. İnsanların acıyan bakışlarıyla öldürülmektense, bomboş, dediği hiçbir şeyi anlamayacak, kendini yetiştirmekten aciz birilerini tercih ediyor. Ölmek yerine öldürmeyi. Bazı arkadaşları onun böyle olduğunu bilseler... Gerçi birkaç defa -yalnızca deneme maksatlı- bu tür konuları açamaya yeltendi, aldığı cevaplar:



Hiç etik değil!!
İnsanlar senin orospu olduğunu düşünecekler!!!
Ya karşındaki kişi sana aşık olursa? Yazık değil mi ona? Kırmak mı istiyorsun insanları?
Aynısı sana yapılsa?.....



Uzaklaşmak, kurtulmak istiyordu. Sürekli yargılanmak yoruyordu. Sessizleşmek istiyordu. Çünkü zannediyordu ki; sessizlik onu yok edecek. Hiç var olmamış gibi... Her gün farklı bir maskeyle, farklı bir kılıkta, kendinden ayrı davranmaktan kurtulacak, kurtaracak onu sessizlik. Tamamen saf ve çıplak olmak için susuyordu. Sessizlikle sevişiyordu. "Kendimi özlüyorum." Yalnızca "ben" olmak isteyen biri. Ancak maskelerinin, etiketlerinin, kıyafetlerinin, isimlerinin, bedenine sinmiş kekremsi kokusu, damlamış lekeleri çıkmıyor. "Kirliyim, temizlenemiyorum."

Hüzün İnsanı

Biz hüzünle yoğurulmuş, acıyla mayalanmış insanlarız. Bizim gibilere tek gecelik mutluluklar, anlık yaşanmış sevinçler lazım. Fazlası bizde iyi durmaz. O kadarı bize yakışmaz.

Aforizmalar

1.

Yeni iyi gelmeyince yahut yeniyle anlaşamayınca eskiye dönüş gerçekleşir. Halbuki eskiden sıkıldığın ya da eski artık yetmediği için yeniye gidersin. Ne değişir de eskiye dönersin, bilinmez.

2.

Eğer hiçbir yere ait değilsen, yalnızsındır. Ne sevenin vardır, ne nefret edenin.

3.

İnsanların düşüncelerini tüketiyorum. Onlarla yenilerini üretiyorum. Ürettiklerimi kendime saklıyorum, tükettiklerimi başkalarıyla paylaşıyorum.

4.

Alışmak, acı hissini unutmaktır.

5.

"Seni seviyorum"u seni sevdiğimi bilmen için değil, seni sevdiğimi benim bilmem için sürekli tekrar ediyorum. Çünkü bir gün kimseyi sevememekten korkuyorum.

Kütahya'dan Eskişehir'e Kısa Bir Yolculuk




KÜTAHYA’DAN ESKİŞEHİR’E
KISA BİR YOLCULUK


Raylardan gelen sesi duyunca başını kaldırdı. Güneşle ilk karşılaşma ânı gibi gözlerini acele kırptı. Toz ve demir kokusuyla kesif berbat bir sabah! Karmaşa dolu her esinti. Sevgiliden ilk kaçış ânı gibi…


Ellerini banka dayadı. Onlardan güç alarak ayağa kaktı. Yanına ne bir arkadaş ne de bir bavul almıştı. Yalnızca tedirginlik. Trene bindi. Ne kadar süreceği belirsiz yolculuk için fazla sade bir karşılama. Kendi yerini buldu, oturdu. Cam kenarıydı. Pencereden dışarı baktı, gözleri donuk. Uzun süredir yaşadığı şehre, yalanlara, sırlara gerçekçi bir veda etmek istedi. Beceremedi. 


“Telaşlanmayın,” diye fısıldadı gözlerine.


Tren kalkacağını haber verdi. Semih’ten daha ustaca veda etti Kütahya’ya. Daha sert, daha kesin.


“Baksana bi’ evladım, nasıl gidecez biliyon mu?” dedi Semih’in yanında oturan kadın.
Semih kadına birkaç saniye boş boş baktı.


Bunu niye bana soruyorsun ki, sanki trene binmeden önce söylenmedi.


“Buradan Alanyurt’a, sonra Eskişehir’e,” dedi Semih gülümseyerek.


“Sen or’da mı oturuyon?”


Sana ne be kadın. Çocuğunla filan ilgilensene.


"Hayır. Siz?”



“Yok ben değil de, kardeşim var or’da.”
 Semih hiçbir şey demedi.


“Tatile mi geldin sen?” ısrarcı kadın sorusunun yanıtını almayı bekleyemedi. Biraz öncesine kadar uslu uslu oturan çocuğu huysuzlanmış, kadının entarisinin eteklerini çekiştiriyordu.


Sağ ol çocuk.


Trenin dışında hızla geride kalanlar artık sadece elektrik direkleriydi. Kütahya’nın sokakları, insanları uzakta kalmıştı. Semih her bir direğe odaklanmaya çalışıyor, ancak göremeyeceği bir mesafeye geldiğinde bir diğerine geçmek zorunda kalıyordu. Hepsinde Kütahya’ya ait bir şeyler aradı ama bulamadı.
Peşinden mi gelecek sandın, veda bile edemedin üstelik. Hem etsen ne olacak saf, Kütahya önünde diz çökecek değil ya!


“Tatile miydi?” kadın cevap almakta kararlıydı. Semih’in iç sesine koca bir “SUS!” dedi.


Size ne!


“Terbiyesiz,” dedi kadın. Semih kadının tepkisine çok şaşırdı. Kadına daha cevap vermediğini sanıyordu. Ardından, dudaklarının düşünceler konusunda dedikoducu olduğunu fark etti. Hemen her şeyi kadına yetiştirmişti.


“Bir de gülüyor.”


Semih kendine hakim olamamıştı. Özür dilemesi gerekirken gülüyordu. Çok uzun süredir aklından geçenleri 
dürüstçe insanlara söylememişti.


Aklında sözcükleri önce zincire vururdu Semih. Onları ıslah etmeye çalışırdı. İnsanlara duymak istediklerini söylerdi, böylece her şey yoluna girerdi. Bu zorunlu tutsaklık çoğu hevesinin katili olmuştu.
Öykü yazmak istemişti lisede. Ancak ıslah edilmiş sözcükler kaleme yakışmıyor yahut zorla kalemden dökülen bazıları ise kağıdın üstünde eğreti duruyordu. Yazma işinden böylece vazgeçti.
Başka sanat dallarıyla da bir süre uğraşmayı denedi. Görülen o ki; tutsak olanlar yalnızca sözcükler değildi.
Bugün, trene bindiği andan itibaren, hatta Eskişehir’e gitmeye karar verdiğinden bu yana zincirler kopmaya başlamıştı. Ve zihinde özgürlük peyda oluverdi.


Hoş geldin, ben de Semih.


Birkaç gün öncesine kadar Kütahya’nın diz çökmesi, özgürlüğün hoş gelmesi mümkün değildi onun için.
Gülümseyerek yüzünü pencereden, kendisiyle birlikte seyahat eden yolculara çevirdi. Biraz önce sorularıyla Semih’i çileden çıkaran kadın, adama bakışlarını sabitledi. Gözlerini kıstı. Ne kadar sinirlendiğini fark etmesini bekledi. Semih ufak bir özür dileyebilirdi gerçi. Fakat bunun yerine, gülümsemesi dağılmadan önce, kadınla ilişkisini kesti.


Tuhafsın. Ben dürüstlükle anlaşmayı imzalamadan önce gayet kaba konuşan sen, hoşuna gitmeyen bir durum söz konusu olunca nasıl da kibarlaşıyorsun. Ah şu insanlar! Sizi bir çözebilsem… Çözemezsin. Uğraşma! Seni küçük görürken ne kadar rahat davranıyor, kibar olmak için çaba sarf etmiyor. Ancak sen sesini çıkarmaya başla, ufak olmadığını göster, işler hemen tersine döner. Sen iyi biliyorsun anlaşılan. Sen de biliyorsun. Eskişehir’e gidiyorsun hatırlatayım.


***


İLK YÖNTEM: TABANCA


Tabanca. Kısa ve öz. Zahmetsiz. Çekersin tetiği. Kurşun silahtan ayrılıp bedendeki yerini alacak. Bitti. Sana zarar veremez artık.

Kesin çözüm tabi ama bu kadar mı? Hemen öldürüp kurtulacak mısın? Ceza yok mu?


İKİNCİ YÖNTEM: BIÇAK


Zahmetli. Temizlik lazım. İster kısa, ister uzun. Geniş bir yelpazeye sahip.

Süreyi uzun tutabilirsin. İyi bir seçim olabilir. Hastasın sen. Sen?
ÜÇÜNCÜ YÖNTEM: ZEHİR.


Temiz. Can yakar. Fazlasıyla yakar. Kesin sonuç.
 
İşte bu bir klasik. Harika. Kesinlikle hastasın. Bana diyorsun ama, Kemal’i öldürmeyi planlayan ben değilim. Tamam ama bana yaptıklarından sonra az bile. Çocukluk sırasında yaşanan taciz olayları derin izler bırakır falan filan. Bunca yıldan sonra mı sızlamaya başladı o yara? Herkesin bir bahanesi vardır tabi. Bu bir bahane değil.


***


“Semih, yana kay,” dedi biraz çatallaşmış, kalın bir ses.


Semih istem dışı denileni yapacaktı ki pencere kenarında oturduğunu hatırladı. Kayacak yer yoktu. Bunu söylemek için başını kaldırdı ancak karşısına gri süveterli, ergenlik sivilceleri daha gitmemiş bir çocuk çıktı.


“Kaysana!” diretti çocuk.


“Yer yok,” dedi Semih. Sesi çok yabancı geldi ona. İncelmişti.


“Var işte, sıranın ortasına oturmuşsun, kay be.”
  Oturduğu yere baktı. Kahverengi. Tahta.


Şişman çocuk, Semih’in yer vermesini beklemedi. Onu itti ve kuruldu yerine.


Kimsin sen? Soruyor musun? Kemal?


Sesler kayboldu. Semih yanına gelen çocuğu tanıyınca her şey sustu.


“Şşştt. Baksana!”


  Semih masanın üstüne baktı. Siyah bir tabanca duruyordu.


“Al beni.”


“Hayır beni al,” dedi silahın yanında beliren bıçak.


“Beni almalısın,” dedi zehir.
 

Seç, beğen, al.
Çocuk Semih, içlerinden birini seçemedi. Biri pantolonunu çekiştiriyordu. Semih pantolonuna baktı. Kemal’in eli. Başını kaldırdı. Kemal arkadaşlarıyla gülüşüyordu. Ergenliğin ilk günleri, Kemal için konuşulacak konu belli.


Al şunlardan birini. Yeniden seni incitmesine izin mi vereceksin! Yalnızca biri işini görür.
 

Semih, ilk tercih olan tabancayı eline aldı. Kemal’e doğrulttu namluyu. Ve silah ateşlendi. Namludan çıkan kurşun Kemal’in kafasını delip geçti.


Aferin sana. Bitti. Bu kadar.
 

Semih yerinden kalkacaktı, Kütahya’ya geri dönecek, hayatına kaldığı yerden devam edecekti. Ama Kemal’in eli yine pantolona yapıştı.


Öldürmedim mi seni?


Bu sefer bıçağa sarıldı. Kemal’in boynuna sapladı. El, pantolonu bıraktı.
 

Güzel. Bu sefer daha az tereddüt ettin. Bu iyi. Ben gidiyorum.


Kemalden izin çıkmadı fakat. Semih bu sefer hiçbir şeye vakit harcamadı. Zehri kaptığı gibi Kemal’in ağzına boşalttı. Üçüncü kez ölümünü izlemedi hatta el ile pantolonun ayrılmasını bile beklemedi. Koşar adımlarla uzaklaştı oradan. Sınıftan çıktı. Okul merdivenlerini hızla indi. Çıkış kapısına elini uzatmıştı ki pantolon yeniden sıktı belini. Biri onu çekiştiriyordu. Semih durdu. Pantolonuna baktı. El göremedi. Kemal’in sesini duyuyordu ancak; onu göremiyordu.


“Bir oyun oynayalım mı? Çocuklar bakın, Semih’te küçük bir şey varmııııııııışşşş…”


***


“Beyefendi, uyanın.”


Bir sarsıntı hissetti ve uyandı.


“Eskişehir’deyiz.”


“Salyangozları ağlatan Isabel’di.”


“Yok efendim kimse ağlamadı, merak etmeyin.”


“Salyangozları ağlatan Eskişehir’di.”


“Evet, Eskişehir’e geldik. Kalkmanız gerekiyor.”


Görevliyi daha fazla uğraştırmadı, söz dinledi Semih. Trenden indi. Uzunca bir süre görüşmediği eski bir arkadaşı, Eskişehir’i selamladı.


“Merhaba”lar, “hoş geldin”ler bittikten sonra Semih kemerine dokundu. Kemer yerinde. Bel rahat. Pantolonun ne paçası ne de başka herhangi bir yeri çekiştiriliyor.


Eskişehir eski kalmak zorunda değil. Değil ama eski kalmazsa Kemal’i zor bulursun.
Semih, Kemal’i bulma konusunda pek kaygılanmıyordu. O an yalnızca Eskişehir’i düşünüyordu. Tanıdık gelen her sokakta, her caddede yürüdü.


Özlemiş misin?
 

İki sokağın kesiştiği bir yerde duruyordu adam. Eskiye özlem duymamasının kanıtı iki sokak: Atilla ve Hüseyin Cihat. Atilla uzunca bir sokak, ona yarıdan birleşen Hüseyin Cihat. Pek değişmemişler. Hüseyin Cihat’ın sonunda, pembe boyası eskimiş bir okul binası gördü adam.


Boyamışlar.


Sokak boyunca yürüdü adam. Okulun önüne gelene kadar yürüdü. Sokak boyu dizilmiş arabalardan, okulun 
eski, lacivert halini hatırlamak zordu. Semih için bu binanın, Eskişehir’den kaçış sebebi olduğuna inanmak da zordu. Tek kanıt kapılardı.


Adam karşı kaldırıma geçti. Okul kapılarından birini itti. Hâlâ güçlükle açılıyorlardı. Giriş katında yardımcısının odası, daha ileride müdürün odası. İç düzen yerli yerinde.


“Buyurun.”


Müdür yardımcısının odası açıktı. Semih gülümsedi, içeri girdi. Masanın üzerinde küçük metal bir tabakaya yardımcının adı yazılmıştı: Kemal TÜZÜN.


“Kayıt için mi geldiniz?”
Semih, Kemal’i bu kadar çabuk bulmayı beklemiyordu.


“Evet. Ben de eskiden burada okumuştum.”


“Herkes bir gün eskiye dönüyor tabi. Ben de burada okumuştum. Gençken gitmek gerek diye düşündüm. İstanbul’a yerleştim. Sonradan eski çekiyor tabi. Döndüm.”


Eski çekiyor tabi.


“Sahi, siz kaç yılında buradaydınız?” dedi Kemal.


Silah belinde. Bıçak palto cebinde. Haplar gömlek cebinde. Hatırlatmana gerek yok biliyorum. Ne bekliyorsun o zaman? Karar veremiyorum. Neye? Kime veda edeceğime. Ne demek istiyorsun?


***


“Kütahya’da mı oturuyon evladım,” dedi kadın.


“Evet, siz?”


“Yok ben değil de, kardeşim.”


“Ne güzel,” dedi Semih. Gülümsedi kadına.


Arkasına yaslandı. Tren kalkacağını haber verdi. Pencereden dışarı baktı. Kemal, karısı ve iki kızıyla bir başka vagona el sallıyordu.