Pazartesi, Haziran 28, 2010

Bir Pazar Sabahı

Kapı çalındı. Adam yataktan fırladı. Bir telaş, açtı kapıyı. Gözleri daha açılmamış, kafasını kaşıyarak durdu kapıyı çalanın önünde. Gelen kapıcının ortanca kızıydı. Adamı karşısında yarı çıplak görünce ses çıkaramamıştı. Heyecanlanmış olsa gerek; ne de olsa ömründe ancak filmlerde görmüştü erkek memelerini. Adamı baştan aşağı süzdü, gözleri kareli kısa şortlu donuna takılınca, utandı, kızardı yanakları, hemen gözlerini kaçırdı, başını eğip, kırmızı terliklerine bakmaya başladı. Adam kızın yüzünü seçti sonunda. Önce anlam veremedi kızın utangaçlığına, sonra, sadece donla, çıplak durduğunu fark etti. Hafifçe gülümsedi. 

-Gazeteyi getirdin mi?


Kız kafasını kaldırmadan uzattı gazeteyi. Adam aldı onu, sonra para almak için yatak odasına geri döndü. Dönerken kapıyı açtı tamamen. Kız, adamın ayaklarının, kızın karşısından ayrıldığını görünce başını kaldırdı. Tamamen açılmış kapıdan içeriyi net görebiliyordu. Adamı izledi çekinmeden, sırtını, yürürken omuz kaslarının sırayla oynayışını, iri omuzlarından aşağı indikçe incelen belini, şortunun üzerinden kalçalarını, uzun bacaklarını izledi. 

Metin'in evi apartmanın en ufak dairelerinden biriydi.  Küçük ama Metin'e yetecek kadar büyük. Yalnız yaşıyordu adam. İki üç haftada bir eve bir kadın getirirdi. Gelen her kadın sabahın erken saatlerinde çıkar giderdi. Sevgi kadınların topuk seslerinden anlardı gittiklerini. Önce yaklaşan, sonra uzaklaşan seslerden. 

Kapıyı açtın mı, tüm evi görebilirdin neredeyse. Cam kenarında, duvara yaslı bir dağınık yatak, hiç toplanmaz zaten, Onun karşısında kapı hizasında bir çalışma masası, yerde minderler, kapının sol hizasında da mutfak, mutfak masası ve iki tabure. 

Metin'e günlük kadınlardan başka kimse gelmezdi. Sadece kadınlar...


-Al bakalım, üstü sende kalsın, babana verme, istediğin bir şeyi alırsın.


Kız adamın yüzüne bakmadan aldı parayı. Babasının dokunmayacağını biliyordu zaten o paraya. Her sabah Metin'in gazetesini Sevgi getirirdi. Babası hep onu yollardı Metin'e.


Kız arkasını döndü, adamın verdiği parayı kırmızı terlikleriyle uyumsuz pembe entarisinin cebine koydu, gidiyordu.


-Sevgi, dur bir dakika, dedi adam. yine içeri gitti. Biraz daha parayla geri döndü. 


-Şunları da al, bakkaldan süt ve ekmek getiriver, dedi.


Sevgi hafif başını salladı, gerisin geri döndü gitti.


Metin kapıyı kapattı. Yatağın yanındaki mindere attı kendini. Gazeteyi açtı, okumaya başladı.

***

Araba motelin girişine yanaştı. Küçük çocuk lastik seslerini duyunca, pencerenin perdesini kaldırdı. Annesinin arabadan indiğini görünce kapıya koştu. Yağmurun altına girmeye korktu. Annesinin odaya girmesini bekledi ama ayrılmadı kapıdan da.


Kadın arabadan indi, fakat kapıyı kapatınca geri döndü, Kalçasını geriye iterek eğildi. Eteği yukarı kalktı, bacaklarının üstünü ve kalçasını iyice kavradı, sıktı etek. Ellerini yarı aralanmış araba camına dayadı. İri memeleri ıslak cama değdi. Ürperdi kadın. Kendine güveninden bir şey yitirmek istemiyordu, ancak eğildiği anda etek tarafından sıkılan kalçası ve bacakların arasında sıkışan kadınlığı ağrıyordu. Arabanın içindeki adam bir zarf uzattı kadına. Kadın yağmurdan ıslanmasın diye zarfı kaptığı gibi çantasına attı. Arabanın arkasından dolaştı. Ağrısını arabadakilere belli etmeden, kalçalarını sallaya sallaya yürüdü motel odasına. Araba karanlığa gömüldü.




Kapıda oğlu bekliyordu. Oğluna sarıldı kadın. Islanmış bedeni sıkıca sardı çocuk. Tekrar annesinin karnına girebilecek gibi. Yanağı, saçlarının bir kısmı, üstü başı ıslandı kadının bedeninden.


***


Çocuk hapis odasına gönderildi, kapı çaldığında. Kadın ufak, askılı elbisesinin üzerine sabahlığını geçirdi. Önünü, belini saran, uzun kumaş kordonla bağlamadı. Sabahlığın sağ tarafını sola doğru göğüsünün üzerine, sol tarafına da sağın üzerine getirdi. Sol eliyle, açılmasın diye, karnın önünde tuttu iki tarafı. Kapıyı sağ eliyle araladı. Geleni tanımış olacak, geriye çekildi birkaç adım. Adam içeri girdi.


Kadını kavradı belinden kendine doğru çekti. Kadının ufak karnıyla göğüsleri adamın göbeğiyle bütünleşti. Adam kadının biçimli dudaklarından bir öpücük aldı. Bıyıkları ve sakalları batıı kadının yanağına, dudak çevresine. Adamın leş gibi kokan ağzı kadının dudaklarında gezindi bir süre.


Çocuk kapatıldığı odanın deliğinden gözlüyordu onları. Tanıdık gelmedi adam. Halbuki, tanırdı normalde gelenleri. Hiçbir şey hissetmeden, yüzü donuk, izledi annesine  sarılan bu adamı. 


Kadın sabahlığı çıkardı. Yatağa uzandı. Adam üstündekileri çıkarmadan, fermuarını indirdi. Kadının elbisesinin eteğini sıyırdı, ufak ipli donunu hafif araladı ve erkekliğini ispatlarcasına girdi kadının kuru kadınlığına. Kadın gözlerini kıstı, ses çıkarmadan, boyun eğdi bu işgale. Savaşmadan, yenik düşeceğinin garantisi olmadığı halde, yenik düşeceğini kabullenmiş, razı oldu tüm sömürüye. İşgalci kuvvetin alacağı pek bir şey kalmayınca, sevişmenin sonuna doğru yani nefes alış verişini hızlandırdı. Adettendir ya.


Adam kalktı kadının üzerinden. Komonin üzerine biraz para bıraktı. Fermuarını çekti ve gitti. 


Kadın savaş alanından, yatağından çıkmamıştı ki küçük çocuk, tutsak edildiği odasından çıkabilme izni almış gibi,  paldır küldür açtı kapıyı. Kadın hiç istifini bozmadı. Ne ürker, ne şaşırır olmuştu son birkaç yıldır. Kadının yanına gitti çocuk, uzandı. Yan döndü, bacaklarını kırıp karnına doğru çekti. Dzilerini sardı kollarıyla. Annesinin terlemiş yüzüne baktı. uzun uzun baktı. Yüzü kazıdı aklına. Kadının kemikli burnunu, bembeyaz yüzünü, ısırılmaktan yer yer morarmış dudaklarını. En çok da gözlerini. Badaniyle aynı yerde, aynı zamanda olduğuna kimsenin inanmayacağı mavi gözleriniç Ufak bir yaş doğdu o gözlerde, pınardan başladı, alt göz kapağının içinde gözün sonuna kadar yol aldı. Sondaki küçük aralıktan şakağa geçti. Saçlara gelince çoğaldı, yol oldu. Çocuk minik parmaklarını yok olan yerde ıslanmış birkaç saç teline doladı. Varlığını kadına ispatlamak için mi, kadını cezalandırmak için mi bilinmez -belki iki neden birden-, tuttu kopardı onları.


Kadın yine bir süre tepki vermedi.Yüzü hala tavana dönük, gülümsedi hafif, burnunu çekti, oğluna döndü. Yan yattı o da. Oğlunun şeklini aldı. Çocuk kadının yüzünde gezdirdi parmaklarını bu sefer. Şakaklardan elmacık kemiklerine indi. Parmak ucunun her dokunduğu yerde birbirlerine daha çok benziyorlardı. Parmak yanaklara indi, yanaklar gençleşti, küçüldü, çocuğunkilere benzedi. Kadın çocuğun taklidini yapmaya devam etti. Çocuk kadına benzedi. Zamanla hem aynı hem farklı oldular. İki aynı kişi, iki aynı bedende.


***


Musluğun sıcak su tarafını çevirdi. Duştan akan sıcaklık, saçlarını tarayarak yüzüne indi. Alnından, şakaklarından, burnundan, dudaklarından geçerken, çocuk bilinmez bir savaşta gibi hissetti kendini. Su dudaklarından çenesine geçti, hafif araladı ağzını. Dudaklarına, diline damağına sıcak garip bir tat bulaştı, iğrendi. Devam etti. Çenesinden devam etti sıcak su, boynunda kıvrımlara ayrıldı, yavaşça göğüse yollandı. Genç bedeninde yeni yeni çıkmaya başlamış kıllarla savaştı, yenik düştü. Su parçalandı, sol memeye yönelenden biri, sağ çıkanlardan biri, usulca aktı ordan geniş düzlüğe. Çocuk karnını içine çekti. Soğuk bedeninde duyumsadığı sıcaklık hissi beklenmedik bir tepki görmüştü. 


Ellerini duş kabinindeki duvara, fayanslara dayadı. Buz gibi bedenini ısıtmaya çalışmak gittikçe güçleşiyordu. Sıcaklık kavramı, daha önce hiç bilmediği, tanımadığı bir kavram halini alıyordu. Yabancılaşıyordu. Ufak, korkak bir çocuk gibi bu yabancıdan çekiniyordu. Dokunuşları hissetmek istemiyordu çocuk. Dokunuşlar midesinde depremler yaratıyordu.


Kapının kolu hareket etti. Çocuk başını çevirdi o yöne. Kol daha hızlı sallandı bu sefer. Aldırış etmedi. Ancak kol durulacak gibi değildi.


- Annee, banyodayım. Girmenden hoşlanmıyorum biliyorsun.


Kapının kolu durdu kısa bir süre, anlık bir süre. sonra tekrar hareket etti. Çocuk duşu kapattı. Isınmayan bedeninin bulantılardan kurtulması için de bahane olmuştu bu durum aslında. Sevinmedi değil.


Havluyu beline bağladı. KApının kilidini açarken, kol sessizleşti. Sessizleşen kolu, uslu bir çocuğun elinden annesinin tutması misali kavradı nazikç, çevirdi, açtı. Yüzü yere dönüktü kapıyı açarken, kapının açılma hareketiyle aynı yavaşlıkta yüzünü kaldırdı yerden.


- Ann.. Annem nerde?
Annesini bekleyen çocuk, karşısında uzun boylu, geniş omuzlu, bacakları yere dengeli basan bir adam gördü.

- Annen yok.


- Nerde?


- Bilmem. Geldiğimde kapı kilitli değildi.


O an hatırladı, kapıyı kilitlemediğini.


- Ha o mu? Unutmuşum.


- Unutmamalısın.


Adamın yüz ifadesi en karmaşık, kült kitaplardan bile daha karmaşıktı. Her ifade, her duygu ve duygusuzluk kol geziyordu bu kemikli suratta. Çocuk biraz utandı, biraz çekindi.


- Ben giyinmeliyim, dedi.


Adam hala kapının başında gardiyan kesilmiş, geçecek delik bırakmıyordu. 


- Adın ne?


- Metin, dedi, tiz bir sesle. Birkaç defa öksürdü, sesini kalınlaştırdı.


- Annenin girmesinden hoşlanmıyorsun.


- Evet, büyüdüğümü kabullenmiyor, her yerimi sabunlamaya kalkıyor, oysa ben yapabilirim.


- Ya?


- Ya.


***


Kadın kolunu kaldırdı çocuğun, yeni yıkanmış lavanta kokulu bir atleti çekti çıkardı çekmeceden. Atletin eteklerini araladı, önce havada hazır ola durmuş ince narin kolları geçirdi içine, ardından çocuğun başını. Atlet hala iki büklüm, çocuğun vücut şeklini alıyordu yavaşça. Kadının sıcak elleri, çocuğun serin bedenine değdi. Yavaşça temas etti, kaydı, yok oldu dokunuşlar. Buz gibi bedenin sıcaklığa karşılığı nazikçe değildi. Fakat tepki vermek istemezcesine beden içe kıvrıldı sadece. 

Çocuk atleti giyince geri çekildi. Kadın eline küçük beyaz bir slip don geçirmiş, siper almıştı. Çocuğun bu atağa karşı duracak ne bir silahı ne de saklanacak bir sığınağı vardı. Ancak beyaz bayrağı da kaldıramayacağını biliyordu.


Kadının külodu tutan ellerine kaydırdı gözlerini. O ellerde yabancı bir şeyler vardı. Cani, ölü, yaralayıcı. Bir başkasının bedenine dokundukça iyiden iyiye değişen, yabancılaşan eller. Çocuk istemsizce yahut kendini iyi hissetmek adına ani bir areketle, bir eliyle kadından külodu alırken, diğer eliyle kadın hamle yapmasın diye, kadını itti. Kadın hafif sendelese de düşmedi. Tecrübeliydi bu konuda. Dengeyi nasıl sağlayacağını öğrenmişti geçen bu zamanda. Çocuk kadından kopardığı kumaş parçasını geçirdi üzerine aceleyle. Zaman azalmış, sanki savaşta herkese belli bir süre tanınmış.


***


Gardiyan çekilmedikçe, çocuk pes etmiyor, dikiliyordu adamın karşısında. Adam bir tilkinin aklına sahip, avının bir hatasını bekliyordu. İri, olgun ellerini uzattı kapıya, Metin'in omzuna dokundu.Metin o iğrendiği sıcaklığı hissetti adamda, ancak annesininkinden daha farklı bir şekle bürünmüştü bu sefer. İsim aynı isim, bedenler farklı, çok farklı, daha tiksindirici, daha korkunç, daha ölümcül. Adamın eli aşağı indi biraz, kapının kolunu kavradı, içeriden dışarıya, kendine doğru çekti. Metin iki siper altında ezilmiş ufak bir sömürge ülkesiydi. Önünde, yıkıp geçemeyeceği bir birinci dünya ülkesi, ardında ülke demeye bin şahit gereken ancak, yıkamayacağı bir diğeri. Beline bağladığı havlu olmasa, Metin adamı, bu güne kadar hissedip hissedebileceği, en yakın temaslı erkek olarak nitelendirebilecekti. Bacakları değiyordu muhakkak ama Metin, kalbinin çarpıntısından bedeninin diğer kısımlarıyla pek ilgilenmiyordu.


- Islağım, hah hah, ıslanmak istemezsininz, takımınız yani, gömleğiniz, pahalı gibi...


Gardiyanın kumaş parçalarıyla ilgilendiğini zannetmiyordu Metin.


- Aa tanıştınız mı?diye bir kadın sesi geldi çapraz kanattan.


Gardiyan kafasını çevirdi, serbest bıraktı sömürge Metin'i. Adam kadına doğru ilerledi.


- Parayı hesaba yatırdım. Akşama hazırlan, dedi ve gitti.


Sömürge ülkeler özgürlüklerini elde ettiğinde, özgürlüğün ne demek olduğunu dahi bilmeyen halk nasıl afallarsa Metin de öyle kendine gelemedi bir süre. Banyoya geri döndü.


***


Gazeteyi açtı Metin. Birkaç sayfa okudu okumadı, çevire çevire son sayfalara doğru birinde karar kıldı. Sayfanın tam ortasında, diğerlerininkini hiçe sayarcasına koskoca bir adamın fotoğrafı, altında adamdan daha önemsizmiş gibi duran iki kelime "Ruhuna Fatiha". Açıklaması:


" Ünlü işadamı Nedim Keskin, dün gece İstanbul'daki villasında, boğaza bakan evinin salonunda ölü bulundu. Nedeni, kalp krizi."

Alt metini okuduktan sonra genç adam, bakışlarını fotoğrafa çevirdi. Bu saçları beyazlamış, yardım sever, iş adamının, Metin'in hatıralarında kalan tek anı,anlaşılmazlık, duygu, duygusuzluk yüklü kemikli suratıydı. Gazetedekinin dışında Metin'de duran bir silik fotoğraf.


Metin gazetedeki fotoğrafa dalmış otururken, telefon çaldı, annesiydi arayan.


- Nedim ölmüş, dedi yaşlı kadın.


- Biliyorum.


- Vasiyetinde sana da bir şey bırakmıştır belki, ha ne dersin?


- Ailesi dururken?


- Sen nesi oluyorsun sanki!



- Oğlu (!)



- Oğlu ya. Sana bırakmicak da kime bırakıcak. Hem bunca yıl seni aç bırakmadı, okuttu, kalacak yer bile ayarladı, ev aldı. Hani senin şu oturmayı reddettiğin.


- Bunları konuşmak için mi aradın anne? Kapatıyorum ben.


- Dur dur bekle, ne zaman gelicen?


- Haftaya.


- Hep böyle diyorsun, ama..


- Hoşça kal.


- Meti...


Kadının ahizesinde dıt dıt dıt diye başlayan sesin üzerine kadın da kapattı telefonu.


Metin telefon konuşmasının ardından gazeteyi buruşturdu, gülle haline gelen kağıt parçasını fırlattı çöp kutusuna, buna rağmen gazetenin ağırlığından kurtulamadı, yaktı.


***


Metin'in kapısından ayrılan Sevgi, cebindeki paraların sesiyle kendine müzik yapmış, bakkalın yolunu tuttu. Bakkala grdiğinde babasının, boşalan ekmek sepetini doldurduğunu gördü.


- Ne işin var burda? Metin Bey'in evine gitsene.


- Gittim. O gönderdi beni, ekmek ve süt almamı söyledi.


- Ha, tamam, hemen al o zaman, sonra doğru eve uğra.


- Niye?


- Üstünü değiştir, bu ne kılık! Biraz da koku sürün.


- Ama niye baba?


- Sen anlamazsın, hadi hadi. Adamcağızı bekletme.


- Gazete parasının üstünü bana verdi bu sabah.


- Ohh, iyi iyi. Daha da verecek, sen dediklerimi yap.

- Tamam.

Bariz bir pazarlamanın söz konusu olduğu bu mesele konu komşudan gizli yapılıyordu. Ancak konu komşunun yayacak bir dedikoduya ihtiyacı vardır her zaman Sevgi'nin babası bunu gayet tabi biliyordu. Bu yüzden Meti'nin Sevgi'de gözü olduğu fikrini fısıldıyordu milletin kulağına, dedikodu dönüp dolaşıp kulağına geldiğinde her şeyden bihaber davranıyor, üstüne üstlük kızıştırı türden cevaplar veriyordu. Kaybolmuş hayatına, kaybolmuş kızına böyle yaşam biçiyordu.



***


Kapıyı açtı Metin. Karşısında kırıla kırıla duran, üstünü değiştirmiş, yanaklarını kızartmış Sevgi'yi gördü. Elinden ekmekle sütü aldı. Küçük kız gitmedi, bekledi. Babası öyle emretmişti çünkü. İçeri davet etti kızı.


Mutfağa geçtiler birlikte. Karşılıklı oturdular. Metin kıza baktı. Kızın gözleri rugan ayakkabılarındaydı. Kız o mutfakta neden durduğunu hala idrak edememiş, belki Metin abisi(!) anlatır diye sessizce bekliyordu. Sevgi'nin küçük beyinli babasının aksine Metin, daha yabancılaşmamış ellere, yıpranmamış bir bedene, biçimini yitirmemiş dudaklara, uzaklara dalmamış, daha hiç bedeninden ayrılmamış gözlere, kar amacı gütmeden bakıyordu. 


- Okula gidiyor musun? diye sordu Metin.


- Evet orta sondayım. Bu sene sonmuş sene gitmeyecekmişim, babam öyle dedi.


- Gitmek istiyor musun?


- Bilmem ki? İstesem de bir şey değiştirmeyecek. Ablam istemişti liseye gitmeyi. Ama alt komşunuzla evlendi. Babam öyle istemişti, dedi kız. Sesi değişmişti konuşurken, çocukluk ifadesine eğreti duran bir kadınlık çökmüştü o sese.


Metin, kızda hiçbir şeyin değişmesini istemediği halde sorularına devam etti.


- Zorla galiba öyle duymuştum. Adam sarkıntılık ediyormuş.


- Yok öyle değil. Babam istiyordu, ablam adamın evine giderdi, ekmek, gazete hep o götürürdü. Öyle işte.


- Peki, dedi adam. 


Adam kızı uğurladı. Buzdan bedenine anlamını yitirdiği, yahut yitirmeye çalıştığı sıcaklık duygusunu yeniden tatmaya niyeti yoktu adamın. Kadınlarla uzun bir ilişkiye girmeyişi bundandı belki de. Ama Sevgi'yle bu tür bir yakınlık asla kurulamazdı, kurulmayacaktı. Metin annesinin bedenindeki değişimi gördüğünden bu yana saf olan hiçbir şeye dokunmuyordu. Hele hele, bu hiç bozulmamış, öldürülmemiş, işkence görmemiş, daha kızmamış sıcaklığa. 


Gardrobu açtı. En üst rafında bir süreliğine inzivaya çekilmiş bavulu çıkardı. Tüm kıyafetleri yerleştirdi. Bavula konacak bir şey kalmadığından emin olunca, boşta kalan küçük valizi de çıkardı, fermuarı açtı. Akşam vardiyası için Sevgi'yi bekledi.

Pazartesi, Haziran 07, 2010

Uzak

Kendimi bildim bileli anlatmaktan çekinmişimdir yaşadığım şeyleri. Çok zor dökülür kelimeler dudaklarımdan. Ancak bu durum, anlatırken canım yanıyor filan diye değil. Canımın nasıl yandığını kelimelere yükleyemediğimden. Hiçbir kelime tarif edemiyor hissettiklerimi. Onlar benim söylemek istediklerimi taşıyacak kadar güçlü değiller. Bu yüzden anlatırken hem sinirleniyorum hem çaresizliğime yanıyorum. Halbuki, biri olsa, bana baksa ve ben çözülsem. Tüm mesafelerim kalksa, yok olsa. Bir defalığına biri bana gerçekten dokunsa. Oysa o derece uzak ki insanlar bana. Öyle uzak duruyorum ki ben onlara, hiç yakalayamıyoruz birbirimizi. Bana en yakınlar bile. Uzaklarım var benim. Atsam atamayacağım, satsam satamayacağım. Beni yoran uzaklar. Bana iyi gelen uzaklar.

Perşembe, Haziran 03, 2010

Perde

Uyandığında, uyumadan önce verdiği kararlara yaşam vermiş olarak kalktı yatağından. Yeni kararlar, yeni yaşam... İçinde tüm heyecanlarla, hızlıca giyindi, tıraş oldu. Birkaç defa çenesini kanattı. Postallarını giydi. Anahtarları attı cebine. Kapıyı açtı. Günün en soğuk saatleri. Askıdan ceketini kaptı. Kapıyı çektiği gibi çıktı evden. Hızla merdivenleri iniyordu. Apartmanın demir ve ağır kapısı gürültüyle açıldı, kapandı.

Sabahın ilk saatleri, gri. Bulutların ardına saklanan bir güneş var. Ancak adamın yeni tıraş olan yüzünde kalan su damlaları donuyor. Elinde tuttuğu ceketini giymek zorunda kaldı Hikmet. Heyecanı onu sıcak tutmaya yetmedi bu sefer. Ceketin düğmelerini ilikledi.

Kırk dakikalık bir yürüyüşün ardından babadan kalma perde dükkanının önüne geldi, Hoşdere'nin ortalarında kirası cebi yakan dükkanın. Cebinden anahtarları çıkardı. Kepenkleri kaldırdı önce, ardından dükkan kapısına anahtarı yerleştirdi. Güçlükle çevirdi anahtarı, sağ omzunu dayadı kapıya, açtı.

Hoşdere'de, bir yufkacıyla bir market arasında fazla eğreti duran bir dükkandı burası. Babası zamanı, hep perdeciler caddesi olarak bilinirmiş, fakat kira meselesi büyük mesele. Öyle her esnaf kaldıramaz Hoşdere'nin kirasını. Hikmet'in babası azimli adam çıkmış da gece gündüz demeden alnının terini kiraya çevire çevire her ay geciktirmeden ödemiş.

İki gün önce, dükkanı kapatmadan önce, perdecinin yanındaki yufkacının en büyük rakibi, Hikmet'in yakın bir dostu uğramıştı. Yanında sigarayla gelmişti adam. İçerisi hala ucuz tütünle kesifti. Perdelere, tüllere tütün kokusu sinmesini istemyiordu Hikmet ama sigarayı da özlemişti. "Amaan be geçer kokusu" diyerek çekmişlerdi ciğerlerine. Anlaşılan geçmeyecekti koku -yahut özlem-.

"Havalandırmayı değiştirmeli."

Yıllanmış dükkanda değiştirilmesi gereken çok şey vardı, değişmeyen "zorluklar"dı. Dikiş masasına geçmeden önce, kapıya yakın bir yerde duran ahşap masasına oturdu. Telefonun yanında birikmiş zarflara, faturalara baktı. Ödenecek çok şey vardı, havalandırma beklemeye alındı. Alınan kararlardan ilki de buydu zaten. Bazılarını bekletmek, öncelikleri belirlemek.

Birkaç zarfı ve faturayı masanın üzerinde bıraktı, öncelik hakkı kazananları, diğerlerini çekmeceye koydu. Terzi masasına gidiyordu ki kapı açıldı. Müşteri gelmişti.

***

-32. yılın kutlu olsun kardeşim, diye bağırdı Ayhan. Girişten Ayhan'ın sesini duyan Hikmet, dikiş makinesini durdurdu. Aylardır görüşmediği dostunun yanına gitmek için odadan çıktı.

-Vay kardeşim, dedi sarıldı Ayhan.

-Yufkacı Memed hasretiyle mi geldin buralara?

-Hiç açma o konuyu, zaten müşterilerimi çalıyor şerefsiz. Onun yüzünden seni de göremedim kaç aydır, dedi Ayhan, okkalı bir tane de geçirdi Hikmet'in sırtına. Adamın soluğu kesildi, öksürdü.

-Hala gitmedin mi doktora?

-Giderim bir ara.

-Erteleme be şunu.

-Vakit mi var? dedi Hikmet. "Para?"

-Bak bizim yeğen doktor çıktı, gidelim ona.

-Mezun oldu mu o?

-Tabi ya, ne sandın?

-O kadar oldu ha...

Hikmet arkadaşına bir tabure çekti, diğerine de kendi oturdu. Ayhan cebinden yarı dolu bir paket çıkardı.

-Yak bakalım, gitti aklın yine bir yerlere.

-Zar zor bıraktım zaten, alıştırma beni, sigaraya verecek metelik yok.

-Amaan, her şeyi düşünüyorsun sen de. Yak bir tane işte, bir taneden bir şey olmaz.

Hikmet ilk sigarasını yakmadan önce içeriden, yeni demlediği çaydan iki ince belli doldurdu, getirdi. İçini ısıtan kıpkırmızı çaydan yudumlarken,koca bi nefeslik çekti ciğerlerine.

Hikmet ve Ayhan sessizliği görüşmedikleri ayları konuşarak bozdular.

***

Yataktan çok zor kalktı o gün Şevki. Yalnız uyumaya başlayalı yedi yıl olmuştu. Ama otuz dört yılın alışkanlığı da geçmiyordu. Yedi yıldır uyanamayacağı sabahı bekliyordu ama sabahlar gelmeye devam ediyordu.

Şevki, çocukluktan kalma bir alışkanlık, okumadan bir güne başlayamazdı. Saatine baktı, dükkanı açmak için erken. Okumaya vakit vardı. Yatağının yanında duran komodinin üzerinde duran kitabına uzandı. Kitabın arasından, birkaç hafta önceden kalma ufak bir kağıt paarçası düştü. Yaş ilerledikçe yazmaya olan tutkusu mu yoksa içinde biriktirdiklerinin ağırlığından mı bilinmez, bir iki kelime karalamıştı oraya. Sayıları azalmış sabahları düşünerek yazmıştı.

Yazdığı kağıda arada sırada gözü takılarak kitabını okudu. Okumaya devam etti. Dükkan açılmayı bekliyordu. Beklemeye de devam edecekti.

- Kalktın mı baba?

Hikmet'in seslendiğini duydu Şevki. Ses çıkarmadı. Hikmet bir kez daha seslendi. Ses daha yakından geldi bu sefer, Hikmet babasının sesini duymak için kapıya yaklaşmış olacak. Yine çıt yok.

Tak tak.

-Ben gidiyorum, dedi Hikmet kapıyı açmadan. Babasının okuduğunu biliyordu, sabahın ilk saatleri, kutsal saatleri, bozulmamalıydı. Babasından sabah sabah fırça yerdi, biliyordu. Bu yüzden kapıyı tıklatmaya, hatta seslenmeye bile çekinmişti. Yarım saat civarı oyalanmıştı bu yüzden. Ancak kapı açılmayınca, okul vakti de gelince bekleyişler tükendi.

Şevki'den yine ses çıkmadı. Hikmet üstelemedi. Gerçi dükkana gitmeliydi babası ama demek ki daha vazgeçememişti kitabından. Montunu giydi. Yılın en soğuk zmanaları, bir de atkı takmalı. Montunu aldığı askılığın yanında asılı duran atkıyı aldı, annesi örmüştü onu. Sardı boynuna. Neredeyse on yıl öncesinden kalma olmasına rağmen hâlâ leylak kokuyordu. Evden çıkmadan önce içine çekti Hikmet kokuyu. O zamanlar yeni yeni tütünle doldurduğu ciğerlerini o sabah leylak kokusuyla rahatlattı.

Şevki, kapının kapandığını duydu. Gözlerini kitabın arasından düşen kağıttan ayırmamıştı. Dokunmamıştı bile, kucağında yatıyordu öylece. Kitabı da yorganın üzerine bırakarak çıktı yataktan. Odasının kapısını açtı. Hole sinmiş leylak kokusunu duydu. Tuvalete doğru giderken, sudan önce leylak kokusuyla yıkadı yüzünü. Tıraş olurken, aklı leylakla sarhoş, çenesini, yanağını kesti birkaç defa, aldırış etmedi. Tıraş bitiminde yüzünü, kaynatılmaktan eskimis havlusuna sildi.Bembeyaz havlu, birkaç damla kan lekesiyle pembelendi.

Tuvaletten çıktı, salona -aynı zamanda oğlunun yattığı odaya- geçti.Ufak salondaki resimlere baka baka koltuğa yöneldi. Hikmetin kaldırmadığı çarşaf ve yorganı eliyle tortop etti, kendine bir yer açtı, kuruldu koltuğa. Kumandayı aldı eline, televizyonu açtı, sesini tamamen kıstı. Sürekli değişen renkler, televizyon ışığı Şevki'nin bedeninde dolaşıyordu. Her geçen saniye, adam biraz daha odaklanıyordu televizyona, etraf biraz daha kararıyordu onun gözünde. Renklerin ve ışığın gücü, etkisi artıyordu. Böylece bir süre geçrdikten sonra, radyoyu da açmaya karar verdi. Sanat müziğinin mektepli seslerinden biri Zeki Müren'in eserini yanlış bir makamdan girmiş, mahvediyordu. Şevki normalde olsa, hemen sayar söver, radyonun sesini çok az kısarak, kendisi doğru makamdan ders verirdi mektepliye.

Şevki fırsatı olsa alaylılardan, ama hakkını veren bir sanat müziği okuyucusu olabilirdi. Fakat onun fırsatı, bir diğer yeteneği, dikiş olmuş, kendini de en iyi perde de görünce, borç harç, bir şekilde denkleştirmiş, bu dükkanı açmıştı evliliğinin ikinci yılında.

Kahvaltı yapmak iyi bir fikir olabilirdi ancak; gereği yoktu Şevki'ye göre. Yine de buzdolabından iki tane köy yumurtası çıkardı. Kardeşi köyden yeni göndermişti bunları. Peynir, zeytin masada yerlerini aldı. Saat 10:00'a geliyordu. İlk müşterisinden muhtemelen -kesinlikle- birkaç küfür yemişti çoktan, şimdi ikincisinden de yiyecekti. Tavayı ocağa koydu. Biraz da ayçiçek yağı. Yumurtaları kırdı. Sucuk da olacaktı şimdi, tüm evi yakıcı bir baharat kokusu saracaktı ama... Ocağın gazını açtı, ateşlemedi.

***

-Hoş geldiniz.

Gülümsedi, kafasını hafifçe öne eğdi kadın. Etrafa biraz göz attı önce, sonra Hikmet'in yanına geldi.

-Nasıl bir şey istiyorsunuz? dedi adam, ölçüleri not ettiği defterini ve kalemini alarak. Kadın duraksayarak konuşuyordu. Verdiği ölçüleri silip silip yeniden yazdırıyordu. Nihayetinde kadın ölçülerde karar kıldı, bunun üzerine Hikmet kadından adını, numarasını aldı.

-En geç iki gün sonra hazır olur, erken biter yahut gecikirse size haber veririm.

"Gecikirse mi? Niye gecikirse dedin ki, bak kadının yüzü düştü kesin vazgeçecek." Sonra gözü deftere kaydı, yazılmış, bitirilmemiş, yetişmesi gereken uzuuun iş listesine baktı.

-Baya hızlısınız anlaşılan, dedi kadın.

"Özensiz yapacağımı düşünüyor, hay Allah."

-Anlayamadım.

-İki gün sonra dediniz ya onu diyorum.

Hikmet gülümsemekle yetindi. "Ödenecek çok şey var, ben olmayım da kim hızlı olsun?" Birkaç hesap ardından kaba taslak bir fiyat biçti kadına.

-Şey, çeneniz.

Hikmet kadına boş boş baktı. Eli istemsiz çenesine gitti. Kuru kuru bir şeyler gelince eline, çenesi sızladı.

-Tıraş olurken kestiniz herhalde.

"İşte şimdi kesin özensiz biri olduğumu düşünecek. Fiyatı mı düşürsem acaba?"

-Hay Allah, fark etmemişim. İçeriye koştu, peçeteyi ıslattı, kanı temizledi. Kadının yanına geri döndü. Kadın, Hikmet'i görünce biraz kıkırdadı. Hikmet elinde ıslak duran kanlı peçeteyi atmadığını fark etti. "Şimdi de dalgın diyecek kadın, işi zamanında bitiremeyeceğimi düşünecek. Bir de üstüne sen kadına 'gecikirse haber veririm' de."

Kadını uğurladıktan sonra, sakinleşmek üzere oturdu tabureye. Babasının eskimiş, tozlanmış çerçevede zar zor görünen resmine baktı. İki yıl önce üniversiteye gitmek için çıktığı günü düşündü. O günün ardından okula gitmek yerine bu perde dükkanında çalışacağının ilk resmi günü, babasına söylediği son sözlerin, okula gidiyorum, olduğu gün geldi aklına. Her anı, o gün eve geldiğinde babasının ölü bedenini, kendi yattığı koltukta bulduğunu, cenazeyi, polis raporunu... Sahi, polis raporunu...

Polis ve otopsi raporuna göre; baba Şevki açık unuttuğu gaz yüzünden zehirlenerek ölmüştür. O saatte babası hayatta uyumaz, mümkün değil gaz kokusunu hissedememesi, fakat polise göre, o yaşlı bir adamdı zaten, unutmuş olabilir. Okulu bırakıp, baba mirası dükkanın başına geçeceğini sessizce, sakince karşılayan ve kabullenen Hikmet, aniden sinirlendi. Polisin Hikmet'e "başınız sağ olsun" demektense, babanızın en son düşündüğü kişi siz olsanız gerek, sizin yattığınız yer onun son tercih yeri olmuş, demesi öfkesini artırdı. Ölmek için Hikmet'in yatağını seçmesi bunun bir kanıtı mıydı yani? Nedense buna bir türlü inanamıyordu Hikmet. Öldüğü güne kadar hiçbir konuda oğluna güvenmeyen babası, tüm ömrünü adadığı, Hikmet'e göre "asıl evlat" olan bu dükkanı, oğluna bırakacak kadar güveniyordu ya da gerçekten -polisin dediği gibi- yaşlanmış, unutkanlık baş göstermişti.

***

Gazı en yüksek derecesine geitirdi. Mutfaktan ayrıldı. Tekrar Hikmet'in yatağı olarak kullanılan koltuğa oturdu. Evin düzeni Şevki'nin karısı öldükten bu yana değişmemişti. Şevki televizyon izlerken uyukluyor diye kadın bu üçlü koltuğun, tam televizyon karşısında, şu anda olduğu yerde bulunmasında karar kılmıştı.

Yatakta bıraktığı, çok önceden yazmış olduğu kağıt parçasını düşündü.

Nefes almakta zorlandı.

Ayaklarını uzattı, koltuğun ucunda hala duran çarşaf, yorgan ve yastığın üzerine.

Nefes almakta zorlandı.

Kendini aşağı doğru çekti biraz, başını koltuğun koluna denk getirmeye çalıştı.

Nefes almak güçleşti.

Kol, başını acıtınca, Hikmet'in yastığını aldı başının altına.

Nefes...

***

Kapı açıldı, aynı kadın tekrar gelmişti, aklında sorular vardı, belliydi. Hikmet, işini yarıda bıraktı kadının yanına gitti. Eline defterini aldı tekrar. Kadın, bir iki özellik ekletti perdesine, bir iki tanesini çıkarttı. Hikmet kaba taslak bir fiyat oluşturuyordu, artırıyordu, azaltıyordu. Artan fiyat Hikmet'e yazın en sıcak ayınca buz gibi dondurma keyfiydi, azalan fiyatsa, bes belli. Sonucu söyleyince kadına, kadın küçük çapta bir şok geçirdi ancak fiyata razı oldu. Hikmet'in aklındaki defterden birkaç borcun üstü çizildi.

Kadını uğurladıktan sonra Ayhan aklına düştü. Aradan pek vakit geçmemişti görüşmeyeli fakat, özlemişti yine de. "Ancaak, buraya çağırmak olmaz, en iyisi ev." Aradı, haber verdi.

Önce yandaki markete uğradı bir otuz beşlik rakı aldı, akşam bir efkar dağıtmak ve asıl önemlisi en son aldığı işi kutlamak lazımdı. Bir iki mezelik sebze de aldıktan sonra eve yollandı. Birkaç gün önceden aldığı kavunu buzdolabına koyar, soğuğundan diş ağrıtan kavunun yanında onun acısını dindirecek yumuşak bir kalıp peyniri de koydu mu sofraya, tamam.

Mutfakta domatesi, naneyi ve diğer mezelikleri hazırladı. Rakının suyuna buz lazımdı, onun için de buz kalıbına su koydu. Ayhan'ın gelmesine daha vardı, biraz dinlenmek istedi. Ne zamandır girmediği babasının odasına girdi. İki yıldan sonra hala babasının yatağında uyumuyordu Hikmet. Havasızlıktan kokmuş odayı havalandırdı. Dışarının rüzgarından, camı açınca bir iki ufak eşya, kağıt parçası yere düştü yahut havalandı. Şevki baba dağınıklıktan hoşlanmazdı, hemen toplama ihtiyacı duydu Hikmet. Yatağın altına baktı her yer kir toz içinde, temizlemek lazım bir ara. Yatak örtüsünün uçlarını düzeltti, yerden kalkmadan, dizlerinin üstünde. Tam o sırada yerde duran kağıtlardan birini almadığını fark etti. Aldı kağıdı yerden. Arkasını çevirdi, babasının el yazması bir kağıttı bu.

"Bir hayattan vazgeçmek... Ölümün tadı başkadır, bir şeftaliden daha tatlı, daha kısa."