Pazartesi, Haziran 28, 2010

Bir Pazar Sabahı

Kapı çalındı. Adam yataktan fırladı. Bir telaş, açtı kapıyı. Gözleri daha açılmamış, kafasını kaşıyarak durdu kapıyı çalanın önünde. Gelen kapıcının ortanca kızıydı. Adamı karşısında yarı çıplak görünce ses çıkaramamıştı. Heyecanlanmış olsa gerek; ne de olsa ömründe ancak filmlerde görmüştü erkek memelerini. Adamı baştan aşağı süzdü, gözleri kareli kısa şortlu donuna takılınca, utandı, kızardı yanakları, hemen gözlerini kaçırdı, başını eğip, kırmızı terliklerine bakmaya başladı. Adam kızın yüzünü seçti sonunda. Önce anlam veremedi kızın utangaçlığına, sonra, sadece donla, çıplak durduğunu fark etti. Hafifçe gülümsedi. 

-Gazeteyi getirdin mi?


Kız kafasını kaldırmadan uzattı gazeteyi. Adam aldı onu, sonra para almak için yatak odasına geri döndü. Dönerken kapıyı açtı tamamen. Kız, adamın ayaklarının, kızın karşısından ayrıldığını görünce başını kaldırdı. Tamamen açılmış kapıdan içeriyi net görebiliyordu. Adamı izledi çekinmeden, sırtını, yürürken omuz kaslarının sırayla oynayışını, iri omuzlarından aşağı indikçe incelen belini, şortunun üzerinden kalçalarını, uzun bacaklarını izledi. 

Metin'in evi apartmanın en ufak dairelerinden biriydi.  Küçük ama Metin'e yetecek kadar büyük. Yalnız yaşıyordu adam. İki üç haftada bir eve bir kadın getirirdi. Gelen her kadın sabahın erken saatlerinde çıkar giderdi. Sevgi kadınların topuk seslerinden anlardı gittiklerini. Önce yaklaşan, sonra uzaklaşan seslerden. 

Kapıyı açtın mı, tüm evi görebilirdin neredeyse. Cam kenarında, duvara yaslı bir dağınık yatak, hiç toplanmaz zaten, Onun karşısında kapı hizasında bir çalışma masası, yerde minderler, kapının sol hizasında da mutfak, mutfak masası ve iki tabure. 

Metin'e günlük kadınlardan başka kimse gelmezdi. Sadece kadınlar...


-Al bakalım, üstü sende kalsın, babana verme, istediğin bir şeyi alırsın.


Kız adamın yüzüne bakmadan aldı parayı. Babasının dokunmayacağını biliyordu zaten o paraya. Her sabah Metin'in gazetesini Sevgi getirirdi. Babası hep onu yollardı Metin'e.


Kız arkasını döndü, adamın verdiği parayı kırmızı terlikleriyle uyumsuz pembe entarisinin cebine koydu, gidiyordu.


-Sevgi, dur bir dakika, dedi adam. yine içeri gitti. Biraz daha parayla geri döndü. 


-Şunları da al, bakkaldan süt ve ekmek getiriver, dedi.


Sevgi hafif başını salladı, gerisin geri döndü gitti.


Metin kapıyı kapattı. Yatağın yanındaki mindere attı kendini. Gazeteyi açtı, okumaya başladı.

***

Araba motelin girişine yanaştı. Küçük çocuk lastik seslerini duyunca, pencerenin perdesini kaldırdı. Annesinin arabadan indiğini görünce kapıya koştu. Yağmurun altına girmeye korktu. Annesinin odaya girmesini bekledi ama ayrılmadı kapıdan da.


Kadın arabadan indi, fakat kapıyı kapatınca geri döndü, Kalçasını geriye iterek eğildi. Eteği yukarı kalktı, bacaklarının üstünü ve kalçasını iyice kavradı, sıktı etek. Ellerini yarı aralanmış araba camına dayadı. İri memeleri ıslak cama değdi. Ürperdi kadın. Kendine güveninden bir şey yitirmek istemiyordu, ancak eğildiği anda etek tarafından sıkılan kalçası ve bacakların arasında sıkışan kadınlığı ağrıyordu. Arabanın içindeki adam bir zarf uzattı kadına. Kadın yağmurdan ıslanmasın diye zarfı kaptığı gibi çantasına attı. Arabanın arkasından dolaştı. Ağrısını arabadakilere belli etmeden, kalçalarını sallaya sallaya yürüdü motel odasına. Araba karanlığa gömüldü.




Kapıda oğlu bekliyordu. Oğluna sarıldı kadın. Islanmış bedeni sıkıca sardı çocuk. Tekrar annesinin karnına girebilecek gibi. Yanağı, saçlarının bir kısmı, üstü başı ıslandı kadının bedeninden.


***


Çocuk hapis odasına gönderildi, kapı çaldığında. Kadın ufak, askılı elbisesinin üzerine sabahlığını geçirdi. Önünü, belini saran, uzun kumaş kordonla bağlamadı. Sabahlığın sağ tarafını sola doğru göğüsünün üzerine, sol tarafına da sağın üzerine getirdi. Sol eliyle, açılmasın diye, karnın önünde tuttu iki tarafı. Kapıyı sağ eliyle araladı. Geleni tanımış olacak, geriye çekildi birkaç adım. Adam içeri girdi.


Kadını kavradı belinden kendine doğru çekti. Kadının ufak karnıyla göğüsleri adamın göbeğiyle bütünleşti. Adam kadının biçimli dudaklarından bir öpücük aldı. Bıyıkları ve sakalları batıı kadının yanağına, dudak çevresine. Adamın leş gibi kokan ağzı kadının dudaklarında gezindi bir süre.


Çocuk kapatıldığı odanın deliğinden gözlüyordu onları. Tanıdık gelmedi adam. Halbuki, tanırdı normalde gelenleri. Hiçbir şey hissetmeden, yüzü donuk, izledi annesine  sarılan bu adamı. 


Kadın sabahlığı çıkardı. Yatağa uzandı. Adam üstündekileri çıkarmadan, fermuarını indirdi. Kadının elbisesinin eteğini sıyırdı, ufak ipli donunu hafif araladı ve erkekliğini ispatlarcasına girdi kadının kuru kadınlığına. Kadın gözlerini kıstı, ses çıkarmadan, boyun eğdi bu işgale. Savaşmadan, yenik düşeceğinin garantisi olmadığı halde, yenik düşeceğini kabullenmiş, razı oldu tüm sömürüye. İşgalci kuvvetin alacağı pek bir şey kalmayınca, sevişmenin sonuna doğru yani nefes alış verişini hızlandırdı. Adettendir ya.


Adam kalktı kadının üzerinden. Komonin üzerine biraz para bıraktı. Fermuarını çekti ve gitti. 


Kadın savaş alanından, yatağından çıkmamıştı ki küçük çocuk, tutsak edildiği odasından çıkabilme izni almış gibi,  paldır küldür açtı kapıyı. Kadın hiç istifini bozmadı. Ne ürker, ne şaşırır olmuştu son birkaç yıldır. Kadının yanına gitti çocuk, uzandı. Yan döndü, bacaklarını kırıp karnına doğru çekti. Dzilerini sardı kollarıyla. Annesinin terlemiş yüzüne baktı. uzun uzun baktı. Yüzü kazıdı aklına. Kadının kemikli burnunu, bembeyaz yüzünü, ısırılmaktan yer yer morarmış dudaklarını. En çok da gözlerini. Badaniyle aynı yerde, aynı zamanda olduğuna kimsenin inanmayacağı mavi gözleriniç Ufak bir yaş doğdu o gözlerde, pınardan başladı, alt göz kapağının içinde gözün sonuna kadar yol aldı. Sondaki küçük aralıktan şakağa geçti. Saçlara gelince çoğaldı, yol oldu. Çocuk minik parmaklarını yok olan yerde ıslanmış birkaç saç teline doladı. Varlığını kadına ispatlamak için mi, kadını cezalandırmak için mi bilinmez -belki iki neden birden-, tuttu kopardı onları.


Kadın yine bir süre tepki vermedi.Yüzü hala tavana dönük, gülümsedi hafif, burnunu çekti, oğluna döndü. Yan yattı o da. Oğlunun şeklini aldı. Çocuk kadının yüzünde gezdirdi parmaklarını bu sefer. Şakaklardan elmacık kemiklerine indi. Parmak ucunun her dokunduğu yerde birbirlerine daha çok benziyorlardı. Parmak yanaklara indi, yanaklar gençleşti, küçüldü, çocuğunkilere benzedi. Kadın çocuğun taklidini yapmaya devam etti. Çocuk kadına benzedi. Zamanla hem aynı hem farklı oldular. İki aynı kişi, iki aynı bedende.


***


Musluğun sıcak su tarafını çevirdi. Duştan akan sıcaklık, saçlarını tarayarak yüzüne indi. Alnından, şakaklarından, burnundan, dudaklarından geçerken, çocuk bilinmez bir savaşta gibi hissetti kendini. Su dudaklarından çenesine geçti, hafif araladı ağzını. Dudaklarına, diline damağına sıcak garip bir tat bulaştı, iğrendi. Devam etti. Çenesinden devam etti sıcak su, boynunda kıvrımlara ayrıldı, yavaşça göğüse yollandı. Genç bedeninde yeni yeni çıkmaya başlamış kıllarla savaştı, yenik düştü. Su parçalandı, sol memeye yönelenden biri, sağ çıkanlardan biri, usulca aktı ordan geniş düzlüğe. Çocuk karnını içine çekti. Soğuk bedeninde duyumsadığı sıcaklık hissi beklenmedik bir tepki görmüştü. 


Ellerini duş kabinindeki duvara, fayanslara dayadı. Buz gibi bedenini ısıtmaya çalışmak gittikçe güçleşiyordu. Sıcaklık kavramı, daha önce hiç bilmediği, tanımadığı bir kavram halini alıyordu. Yabancılaşıyordu. Ufak, korkak bir çocuk gibi bu yabancıdan çekiniyordu. Dokunuşları hissetmek istemiyordu çocuk. Dokunuşlar midesinde depremler yaratıyordu.


Kapının kolu hareket etti. Çocuk başını çevirdi o yöne. Kol daha hızlı sallandı bu sefer. Aldırış etmedi. Ancak kol durulacak gibi değildi.


- Annee, banyodayım. Girmenden hoşlanmıyorum biliyorsun.


Kapının kolu durdu kısa bir süre, anlık bir süre. sonra tekrar hareket etti. Çocuk duşu kapattı. Isınmayan bedeninin bulantılardan kurtulması için de bahane olmuştu bu durum aslında. Sevinmedi değil.


Havluyu beline bağladı. KApının kilidini açarken, kol sessizleşti. Sessizleşen kolu, uslu bir çocuğun elinden annesinin tutması misali kavradı nazikç, çevirdi, açtı. Yüzü yere dönüktü kapıyı açarken, kapının açılma hareketiyle aynı yavaşlıkta yüzünü kaldırdı yerden.


- Ann.. Annem nerde?
Annesini bekleyen çocuk, karşısında uzun boylu, geniş omuzlu, bacakları yere dengeli basan bir adam gördü.

- Annen yok.


- Nerde?


- Bilmem. Geldiğimde kapı kilitli değildi.


O an hatırladı, kapıyı kilitlemediğini.


- Ha o mu? Unutmuşum.


- Unutmamalısın.


Adamın yüz ifadesi en karmaşık, kült kitaplardan bile daha karmaşıktı. Her ifade, her duygu ve duygusuzluk kol geziyordu bu kemikli suratta. Çocuk biraz utandı, biraz çekindi.


- Ben giyinmeliyim, dedi.


Adam hala kapının başında gardiyan kesilmiş, geçecek delik bırakmıyordu. 


- Adın ne?


- Metin, dedi, tiz bir sesle. Birkaç defa öksürdü, sesini kalınlaştırdı.


- Annenin girmesinden hoşlanmıyorsun.


- Evet, büyüdüğümü kabullenmiyor, her yerimi sabunlamaya kalkıyor, oysa ben yapabilirim.


- Ya?


- Ya.


***


Kadın kolunu kaldırdı çocuğun, yeni yıkanmış lavanta kokulu bir atleti çekti çıkardı çekmeceden. Atletin eteklerini araladı, önce havada hazır ola durmuş ince narin kolları geçirdi içine, ardından çocuğun başını. Atlet hala iki büklüm, çocuğun vücut şeklini alıyordu yavaşça. Kadının sıcak elleri, çocuğun serin bedenine değdi. Yavaşça temas etti, kaydı, yok oldu dokunuşlar. Buz gibi bedenin sıcaklığa karşılığı nazikçe değildi. Fakat tepki vermek istemezcesine beden içe kıvrıldı sadece. 

Çocuk atleti giyince geri çekildi. Kadın eline küçük beyaz bir slip don geçirmiş, siper almıştı. Çocuğun bu atağa karşı duracak ne bir silahı ne de saklanacak bir sığınağı vardı. Ancak beyaz bayrağı da kaldıramayacağını biliyordu.


Kadının külodu tutan ellerine kaydırdı gözlerini. O ellerde yabancı bir şeyler vardı. Cani, ölü, yaralayıcı. Bir başkasının bedenine dokundukça iyiden iyiye değişen, yabancılaşan eller. Çocuk istemsizce yahut kendini iyi hissetmek adına ani bir areketle, bir eliyle kadından külodu alırken, diğer eliyle kadın hamle yapmasın diye, kadını itti. Kadın hafif sendelese de düşmedi. Tecrübeliydi bu konuda. Dengeyi nasıl sağlayacağını öğrenmişti geçen bu zamanda. Çocuk kadından kopardığı kumaş parçasını geçirdi üzerine aceleyle. Zaman azalmış, sanki savaşta herkese belli bir süre tanınmış.


***


Gardiyan çekilmedikçe, çocuk pes etmiyor, dikiliyordu adamın karşısında. Adam bir tilkinin aklına sahip, avının bir hatasını bekliyordu. İri, olgun ellerini uzattı kapıya, Metin'in omzuna dokundu.Metin o iğrendiği sıcaklığı hissetti adamda, ancak annesininkinden daha farklı bir şekle bürünmüştü bu sefer. İsim aynı isim, bedenler farklı, çok farklı, daha tiksindirici, daha korkunç, daha ölümcül. Adamın eli aşağı indi biraz, kapının kolunu kavradı, içeriden dışarıya, kendine doğru çekti. Metin iki siper altında ezilmiş ufak bir sömürge ülkesiydi. Önünde, yıkıp geçemeyeceği bir birinci dünya ülkesi, ardında ülke demeye bin şahit gereken ancak, yıkamayacağı bir diğeri. Beline bağladığı havlu olmasa, Metin adamı, bu güne kadar hissedip hissedebileceği, en yakın temaslı erkek olarak nitelendirebilecekti. Bacakları değiyordu muhakkak ama Metin, kalbinin çarpıntısından bedeninin diğer kısımlarıyla pek ilgilenmiyordu.


- Islağım, hah hah, ıslanmak istemezsininz, takımınız yani, gömleğiniz, pahalı gibi...


Gardiyanın kumaş parçalarıyla ilgilendiğini zannetmiyordu Metin.


- Aa tanıştınız mı?diye bir kadın sesi geldi çapraz kanattan.


Gardiyan kafasını çevirdi, serbest bıraktı sömürge Metin'i. Adam kadına doğru ilerledi.


- Parayı hesaba yatırdım. Akşama hazırlan, dedi ve gitti.


Sömürge ülkeler özgürlüklerini elde ettiğinde, özgürlüğün ne demek olduğunu dahi bilmeyen halk nasıl afallarsa Metin de öyle kendine gelemedi bir süre. Banyoya geri döndü.


***


Gazeteyi açtı Metin. Birkaç sayfa okudu okumadı, çevire çevire son sayfalara doğru birinde karar kıldı. Sayfanın tam ortasında, diğerlerininkini hiçe sayarcasına koskoca bir adamın fotoğrafı, altında adamdan daha önemsizmiş gibi duran iki kelime "Ruhuna Fatiha". Açıklaması:


" Ünlü işadamı Nedim Keskin, dün gece İstanbul'daki villasında, boğaza bakan evinin salonunda ölü bulundu. Nedeni, kalp krizi."

Alt metini okuduktan sonra genç adam, bakışlarını fotoğrafa çevirdi. Bu saçları beyazlamış, yardım sever, iş adamının, Metin'in hatıralarında kalan tek anı,anlaşılmazlık, duygu, duygusuzluk yüklü kemikli suratıydı. Gazetedekinin dışında Metin'de duran bir silik fotoğraf.


Metin gazetedeki fotoğrafa dalmış otururken, telefon çaldı, annesiydi arayan.


- Nedim ölmüş, dedi yaşlı kadın.


- Biliyorum.


- Vasiyetinde sana da bir şey bırakmıştır belki, ha ne dersin?


- Ailesi dururken?


- Sen nesi oluyorsun sanki!



- Oğlu (!)



- Oğlu ya. Sana bırakmicak da kime bırakıcak. Hem bunca yıl seni aç bırakmadı, okuttu, kalacak yer bile ayarladı, ev aldı. Hani senin şu oturmayı reddettiğin.


- Bunları konuşmak için mi aradın anne? Kapatıyorum ben.


- Dur dur bekle, ne zaman gelicen?


- Haftaya.


- Hep böyle diyorsun, ama..


- Hoşça kal.


- Meti...


Kadının ahizesinde dıt dıt dıt diye başlayan sesin üzerine kadın da kapattı telefonu.


Metin telefon konuşmasının ardından gazeteyi buruşturdu, gülle haline gelen kağıt parçasını fırlattı çöp kutusuna, buna rağmen gazetenin ağırlığından kurtulamadı, yaktı.


***


Metin'in kapısından ayrılan Sevgi, cebindeki paraların sesiyle kendine müzik yapmış, bakkalın yolunu tuttu. Bakkala grdiğinde babasının, boşalan ekmek sepetini doldurduğunu gördü.


- Ne işin var burda? Metin Bey'in evine gitsene.


- Gittim. O gönderdi beni, ekmek ve süt almamı söyledi.


- Ha, tamam, hemen al o zaman, sonra doğru eve uğra.


- Niye?


- Üstünü değiştir, bu ne kılık! Biraz da koku sürün.


- Ama niye baba?


- Sen anlamazsın, hadi hadi. Adamcağızı bekletme.


- Gazete parasının üstünü bana verdi bu sabah.


- Ohh, iyi iyi. Daha da verecek, sen dediklerimi yap.

- Tamam.

Bariz bir pazarlamanın söz konusu olduğu bu mesele konu komşudan gizli yapılıyordu. Ancak konu komşunun yayacak bir dedikoduya ihtiyacı vardır her zaman Sevgi'nin babası bunu gayet tabi biliyordu. Bu yüzden Meti'nin Sevgi'de gözü olduğu fikrini fısıldıyordu milletin kulağına, dedikodu dönüp dolaşıp kulağına geldiğinde her şeyden bihaber davranıyor, üstüne üstlük kızıştırı türden cevaplar veriyordu. Kaybolmuş hayatına, kaybolmuş kızına böyle yaşam biçiyordu.



***


Kapıyı açtı Metin. Karşısında kırıla kırıla duran, üstünü değiştirmiş, yanaklarını kızartmış Sevgi'yi gördü. Elinden ekmekle sütü aldı. Küçük kız gitmedi, bekledi. Babası öyle emretmişti çünkü. İçeri davet etti kızı.


Mutfağa geçtiler birlikte. Karşılıklı oturdular. Metin kıza baktı. Kızın gözleri rugan ayakkabılarındaydı. Kız o mutfakta neden durduğunu hala idrak edememiş, belki Metin abisi(!) anlatır diye sessizce bekliyordu. Sevgi'nin küçük beyinli babasının aksine Metin, daha yabancılaşmamış ellere, yıpranmamış bir bedene, biçimini yitirmemiş dudaklara, uzaklara dalmamış, daha hiç bedeninden ayrılmamış gözlere, kar amacı gütmeden bakıyordu. 


- Okula gidiyor musun? diye sordu Metin.


- Evet orta sondayım. Bu sene sonmuş sene gitmeyecekmişim, babam öyle dedi.


- Gitmek istiyor musun?


- Bilmem ki? İstesem de bir şey değiştirmeyecek. Ablam istemişti liseye gitmeyi. Ama alt komşunuzla evlendi. Babam öyle istemişti, dedi kız. Sesi değişmişti konuşurken, çocukluk ifadesine eğreti duran bir kadınlık çökmüştü o sese.


Metin, kızda hiçbir şeyin değişmesini istemediği halde sorularına devam etti.


- Zorla galiba öyle duymuştum. Adam sarkıntılık ediyormuş.


- Yok öyle değil. Babam istiyordu, ablam adamın evine giderdi, ekmek, gazete hep o götürürdü. Öyle işte.


- Peki, dedi adam. 


Adam kızı uğurladı. Buzdan bedenine anlamını yitirdiği, yahut yitirmeye çalıştığı sıcaklık duygusunu yeniden tatmaya niyeti yoktu adamın. Kadınlarla uzun bir ilişkiye girmeyişi bundandı belki de. Ama Sevgi'yle bu tür bir yakınlık asla kurulamazdı, kurulmayacaktı. Metin annesinin bedenindeki değişimi gördüğünden bu yana saf olan hiçbir şeye dokunmuyordu. Hele hele, bu hiç bozulmamış, öldürülmemiş, işkence görmemiş, daha kızmamış sıcaklığa. 


Gardrobu açtı. En üst rafında bir süreliğine inzivaya çekilmiş bavulu çıkardı. Tüm kıyafetleri yerleştirdi. Bavula konacak bir şey kalmadığından emin olunca, boşta kalan küçük valizi de çıkardı, fermuarı açtı. Akşam vardiyası için Sevgi'yi bekledi.

Pazartesi, Haziran 07, 2010

Uzak

Kendimi bildim bileli anlatmaktan çekinmişimdir yaşadığım şeyleri. Çok zor dökülür kelimeler dudaklarımdan. Ancak bu durum, anlatırken canım yanıyor filan diye değil. Canımın nasıl yandığını kelimelere yükleyemediğimden. Hiçbir kelime tarif edemiyor hissettiklerimi. Onlar benim söylemek istediklerimi taşıyacak kadar güçlü değiller. Bu yüzden anlatırken hem sinirleniyorum hem çaresizliğime yanıyorum. Halbuki, biri olsa, bana baksa ve ben çözülsem. Tüm mesafelerim kalksa, yok olsa. Bir defalığına biri bana gerçekten dokunsa. Oysa o derece uzak ki insanlar bana. Öyle uzak duruyorum ki ben onlara, hiç yakalayamıyoruz birbirimizi. Bana en yakınlar bile. Uzaklarım var benim. Atsam atamayacağım, satsam satamayacağım. Beni yoran uzaklar. Bana iyi gelen uzaklar.

Perşembe, Haziran 03, 2010

Perde

Uyandığında, uyumadan önce verdiği kararlara yaşam vermiş olarak kalktı yatağından. Yeni kararlar, yeni yaşam... İçinde tüm heyecanlarla, hızlıca giyindi, tıraş oldu. Birkaç defa çenesini kanattı. Postallarını giydi. Anahtarları attı cebine. Kapıyı açtı. Günün en soğuk saatleri. Askıdan ceketini kaptı. Kapıyı çektiği gibi çıktı evden. Hızla merdivenleri iniyordu. Apartmanın demir ve ağır kapısı gürültüyle açıldı, kapandı.

Sabahın ilk saatleri, gri. Bulutların ardına saklanan bir güneş var. Ancak adamın yeni tıraş olan yüzünde kalan su damlaları donuyor. Elinde tuttuğu ceketini giymek zorunda kaldı Hikmet. Heyecanı onu sıcak tutmaya yetmedi bu sefer. Ceketin düğmelerini ilikledi.

Kırk dakikalık bir yürüyüşün ardından babadan kalma perde dükkanının önüne geldi, Hoşdere'nin ortalarında kirası cebi yakan dükkanın. Cebinden anahtarları çıkardı. Kepenkleri kaldırdı önce, ardından dükkan kapısına anahtarı yerleştirdi. Güçlükle çevirdi anahtarı, sağ omzunu dayadı kapıya, açtı.

Hoşdere'de, bir yufkacıyla bir market arasında fazla eğreti duran bir dükkandı burası. Babası zamanı, hep perdeciler caddesi olarak bilinirmiş, fakat kira meselesi büyük mesele. Öyle her esnaf kaldıramaz Hoşdere'nin kirasını. Hikmet'in babası azimli adam çıkmış da gece gündüz demeden alnının terini kiraya çevire çevire her ay geciktirmeden ödemiş.

İki gün önce, dükkanı kapatmadan önce, perdecinin yanındaki yufkacının en büyük rakibi, Hikmet'in yakın bir dostu uğramıştı. Yanında sigarayla gelmişti adam. İçerisi hala ucuz tütünle kesifti. Perdelere, tüllere tütün kokusu sinmesini istemyiordu Hikmet ama sigarayı da özlemişti. "Amaan be geçer kokusu" diyerek çekmişlerdi ciğerlerine. Anlaşılan geçmeyecekti koku -yahut özlem-.

"Havalandırmayı değiştirmeli."

Yıllanmış dükkanda değiştirilmesi gereken çok şey vardı, değişmeyen "zorluklar"dı. Dikiş masasına geçmeden önce, kapıya yakın bir yerde duran ahşap masasına oturdu. Telefonun yanında birikmiş zarflara, faturalara baktı. Ödenecek çok şey vardı, havalandırma beklemeye alındı. Alınan kararlardan ilki de buydu zaten. Bazılarını bekletmek, öncelikleri belirlemek.

Birkaç zarfı ve faturayı masanın üzerinde bıraktı, öncelik hakkı kazananları, diğerlerini çekmeceye koydu. Terzi masasına gidiyordu ki kapı açıldı. Müşteri gelmişti.

***

-32. yılın kutlu olsun kardeşim, diye bağırdı Ayhan. Girişten Ayhan'ın sesini duyan Hikmet, dikiş makinesini durdurdu. Aylardır görüşmediği dostunun yanına gitmek için odadan çıktı.

-Vay kardeşim, dedi sarıldı Ayhan.

-Yufkacı Memed hasretiyle mi geldin buralara?

-Hiç açma o konuyu, zaten müşterilerimi çalıyor şerefsiz. Onun yüzünden seni de göremedim kaç aydır, dedi Ayhan, okkalı bir tane de geçirdi Hikmet'in sırtına. Adamın soluğu kesildi, öksürdü.

-Hala gitmedin mi doktora?

-Giderim bir ara.

-Erteleme be şunu.

-Vakit mi var? dedi Hikmet. "Para?"

-Bak bizim yeğen doktor çıktı, gidelim ona.

-Mezun oldu mu o?

-Tabi ya, ne sandın?

-O kadar oldu ha...

Hikmet arkadaşına bir tabure çekti, diğerine de kendi oturdu. Ayhan cebinden yarı dolu bir paket çıkardı.

-Yak bakalım, gitti aklın yine bir yerlere.

-Zar zor bıraktım zaten, alıştırma beni, sigaraya verecek metelik yok.

-Amaan, her şeyi düşünüyorsun sen de. Yak bir tane işte, bir taneden bir şey olmaz.

Hikmet ilk sigarasını yakmadan önce içeriden, yeni demlediği çaydan iki ince belli doldurdu, getirdi. İçini ısıtan kıpkırmızı çaydan yudumlarken,koca bi nefeslik çekti ciğerlerine.

Hikmet ve Ayhan sessizliği görüşmedikleri ayları konuşarak bozdular.

***

Yataktan çok zor kalktı o gün Şevki. Yalnız uyumaya başlayalı yedi yıl olmuştu. Ama otuz dört yılın alışkanlığı da geçmiyordu. Yedi yıldır uyanamayacağı sabahı bekliyordu ama sabahlar gelmeye devam ediyordu.

Şevki, çocukluktan kalma bir alışkanlık, okumadan bir güne başlayamazdı. Saatine baktı, dükkanı açmak için erken. Okumaya vakit vardı. Yatağının yanında duran komodinin üzerinde duran kitabına uzandı. Kitabın arasından, birkaç hafta önceden kalma ufak bir kağıt paarçası düştü. Yaş ilerledikçe yazmaya olan tutkusu mu yoksa içinde biriktirdiklerinin ağırlığından mı bilinmez, bir iki kelime karalamıştı oraya. Sayıları azalmış sabahları düşünerek yazmıştı.

Yazdığı kağıda arada sırada gözü takılarak kitabını okudu. Okumaya devam etti. Dükkan açılmayı bekliyordu. Beklemeye de devam edecekti.

- Kalktın mı baba?

Hikmet'in seslendiğini duydu Şevki. Ses çıkarmadı. Hikmet bir kez daha seslendi. Ses daha yakından geldi bu sefer, Hikmet babasının sesini duymak için kapıya yaklaşmış olacak. Yine çıt yok.

Tak tak.

-Ben gidiyorum, dedi Hikmet kapıyı açmadan. Babasının okuduğunu biliyordu, sabahın ilk saatleri, kutsal saatleri, bozulmamalıydı. Babasından sabah sabah fırça yerdi, biliyordu. Bu yüzden kapıyı tıklatmaya, hatta seslenmeye bile çekinmişti. Yarım saat civarı oyalanmıştı bu yüzden. Ancak kapı açılmayınca, okul vakti de gelince bekleyişler tükendi.

Şevki'den yine ses çıkmadı. Hikmet üstelemedi. Gerçi dükkana gitmeliydi babası ama demek ki daha vazgeçememişti kitabından. Montunu giydi. Yılın en soğuk zmanaları, bir de atkı takmalı. Montunu aldığı askılığın yanında asılı duran atkıyı aldı, annesi örmüştü onu. Sardı boynuna. Neredeyse on yıl öncesinden kalma olmasına rağmen hâlâ leylak kokuyordu. Evden çıkmadan önce içine çekti Hikmet kokuyu. O zamanlar yeni yeni tütünle doldurduğu ciğerlerini o sabah leylak kokusuyla rahatlattı.

Şevki, kapının kapandığını duydu. Gözlerini kitabın arasından düşen kağıttan ayırmamıştı. Dokunmamıştı bile, kucağında yatıyordu öylece. Kitabı da yorganın üzerine bırakarak çıktı yataktan. Odasının kapısını açtı. Hole sinmiş leylak kokusunu duydu. Tuvalete doğru giderken, sudan önce leylak kokusuyla yıkadı yüzünü. Tıraş olurken, aklı leylakla sarhoş, çenesini, yanağını kesti birkaç defa, aldırış etmedi. Tıraş bitiminde yüzünü, kaynatılmaktan eskimis havlusuna sildi.Bembeyaz havlu, birkaç damla kan lekesiyle pembelendi.

Tuvaletten çıktı, salona -aynı zamanda oğlunun yattığı odaya- geçti.Ufak salondaki resimlere baka baka koltuğa yöneldi. Hikmetin kaldırmadığı çarşaf ve yorganı eliyle tortop etti, kendine bir yer açtı, kuruldu koltuğa. Kumandayı aldı eline, televizyonu açtı, sesini tamamen kıstı. Sürekli değişen renkler, televizyon ışığı Şevki'nin bedeninde dolaşıyordu. Her geçen saniye, adam biraz daha odaklanıyordu televizyona, etraf biraz daha kararıyordu onun gözünde. Renklerin ve ışığın gücü, etkisi artıyordu. Böylece bir süre geçrdikten sonra, radyoyu da açmaya karar verdi. Sanat müziğinin mektepli seslerinden biri Zeki Müren'in eserini yanlış bir makamdan girmiş, mahvediyordu. Şevki normalde olsa, hemen sayar söver, radyonun sesini çok az kısarak, kendisi doğru makamdan ders verirdi mektepliye.

Şevki fırsatı olsa alaylılardan, ama hakkını veren bir sanat müziği okuyucusu olabilirdi. Fakat onun fırsatı, bir diğer yeteneği, dikiş olmuş, kendini de en iyi perde de görünce, borç harç, bir şekilde denkleştirmiş, bu dükkanı açmıştı evliliğinin ikinci yılında.

Kahvaltı yapmak iyi bir fikir olabilirdi ancak; gereği yoktu Şevki'ye göre. Yine de buzdolabından iki tane köy yumurtası çıkardı. Kardeşi köyden yeni göndermişti bunları. Peynir, zeytin masada yerlerini aldı. Saat 10:00'a geliyordu. İlk müşterisinden muhtemelen -kesinlikle- birkaç küfür yemişti çoktan, şimdi ikincisinden de yiyecekti. Tavayı ocağa koydu. Biraz da ayçiçek yağı. Yumurtaları kırdı. Sucuk da olacaktı şimdi, tüm evi yakıcı bir baharat kokusu saracaktı ama... Ocağın gazını açtı, ateşlemedi.

***

-Hoş geldiniz.

Gülümsedi, kafasını hafifçe öne eğdi kadın. Etrafa biraz göz attı önce, sonra Hikmet'in yanına geldi.

-Nasıl bir şey istiyorsunuz? dedi adam, ölçüleri not ettiği defterini ve kalemini alarak. Kadın duraksayarak konuşuyordu. Verdiği ölçüleri silip silip yeniden yazdırıyordu. Nihayetinde kadın ölçülerde karar kıldı, bunun üzerine Hikmet kadından adını, numarasını aldı.

-En geç iki gün sonra hazır olur, erken biter yahut gecikirse size haber veririm.

"Gecikirse mi? Niye gecikirse dedin ki, bak kadının yüzü düştü kesin vazgeçecek." Sonra gözü deftere kaydı, yazılmış, bitirilmemiş, yetişmesi gereken uzuuun iş listesine baktı.

-Baya hızlısınız anlaşılan, dedi kadın.

"Özensiz yapacağımı düşünüyor, hay Allah."

-Anlayamadım.

-İki gün sonra dediniz ya onu diyorum.

Hikmet gülümsemekle yetindi. "Ödenecek çok şey var, ben olmayım da kim hızlı olsun?" Birkaç hesap ardından kaba taslak bir fiyat biçti kadına.

-Şey, çeneniz.

Hikmet kadına boş boş baktı. Eli istemsiz çenesine gitti. Kuru kuru bir şeyler gelince eline, çenesi sızladı.

-Tıraş olurken kestiniz herhalde.

"İşte şimdi kesin özensiz biri olduğumu düşünecek. Fiyatı mı düşürsem acaba?"

-Hay Allah, fark etmemişim. İçeriye koştu, peçeteyi ıslattı, kanı temizledi. Kadının yanına geri döndü. Kadın, Hikmet'i görünce biraz kıkırdadı. Hikmet elinde ıslak duran kanlı peçeteyi atmadığını fark etti. "Şimdi de dalgın diyecek kadın, işi zamanında bitiremeyeceğimi düşünecek. Bir de üstüne sen kadına 'gecikirse haber veririm' de."

Kadını uğurladıktan sonra, sakinleşmek üzere oturdu tabureye. Babasının eskimiş, tozlanmış çerçevede zar zor görünen resmine baktı. İki yıl önce üniversiteye gitmek için çıktığı günü düşündü. O günün ardından okula gitmek yerine bu perde dükkanında çalışacağının ilk resmi günü, babasına söylediği son sözlerin, okula gidiyorum, olduğu gün geldi aklına. Her anı, o gün eve geldiğinde babasının ölü bedenini, kendi yattığı koltukta bulduğunu, cenazeyi, polis raporunu... Sahi, polis raporunu...

Polis ve otopsi raporuna göre; baba Şevki açık unuttuğu gaz yüzünden zehirlenerek ölmüştür. O saatte babası hayatta uyumaz, mümkün değil gaz kokusunu hissedememesi, fakat polise göre, o yaşlı bir adamdı zaten, unutmuş olabilir. Okulu bırakıp, baba mirası dükkanın başına geçeceğini sessizce, sakince karşılayan ve kabullenen Hikmet, aniden sinirlendi. Polisin Hikmet'e "başınız sağ olsun" demektense, babanızın en son düşündüğü kişi siz olsanız gerek, sizin yattığınız yer onun son tercih yeri olmuş, demesi öfkesini artırdı. Ölmek için Hikmet'in yatağını seçmesi bunun bir kanıtı mıydı yani? Nedense buna bir türlü inanamıyordu Hikmet. Öldüğü güne kadar hiçbir konuda oğluna güvenmeyen babası, tüm ömrünü adadığı, Hikmet'e göre "asıl evlat" olan bu dükkanı, oğluna bırakacak kadar güveniyordu ya da gerçekten -polisin dediği gibi- yaşlanmış, unutkanlık baş göstermişti.

***

Gazı en yüksek derecesine geitirdi. Mutfaktan ayrıldı. Tekrar Hikmet'in yatağı olarak kullanılan koltuğa oturdu. Evin düzeni Şevki'nin karısı öldükten bu yana değişmemişti. Şevki televizyon izlerken uyukluyor diye kadın bu üçlü koltuğun, tam televizyon karşısında, şu anda olduğu yerde bulunmasında karar kılmıştı.

Yatakta bıraktığı, çok önceden yazmış olduğu kağıt parçasını düşündü.

Nefes almakta zorlandı.

Ayaklarını uzattı, koltuğun ucunda hala duran çarşaf, yorgan ve yastığın üzerine.

Nefes almakta zorlandı.

Kendini aşağı doğru çekti biraz, başını koltuğun koluna denk getirmeye çalıştı.

Nefes almak güçleşti.

Kol, başını acıtınca, Hikmet'in yastığını aldı başının altına.

Nefes...

***

Kapı açıldı, aynı kadın tekrar gelmişti, aklında sorular vardı, belliydi. Hikmet, işini yarıda bıraktı kadının yanına gitti. Eline defterini aldı tekrar. Kadın, bir iki özellik ekletti perdesine, bir iki tanesini çıkarttı. Hikmet kaba taslak bir fiyat oluşturuyordu, artırıyordu, azaltıyordu. Artan fiyat Hikmet'e yazın en sıcak ayınca buz gibi dondurma keyfiydi, azalan fiyatsa, bes belli. Sonucu söyleyince kadına, kadın küçük çapta bir şok geçirdi ancak fiyata razı oldu. Hikmet'in aklındaki defterden birkaç borcun üstü çizildi.

Kadını uğurladıktan sonra Ayhan aklına düştü. Aradan pek vakit geçmemişti görüşmeyeli fakat, özlemişti yine de. "Ancaak, buraya çağırmak olmaz, en iyisi ev." Aradı, haber verdi.

Önce yandaki markete uğradı bir otuz beşlik rakı aldı, akşam bir efkar dağıtmak ve asıl önemlisi en son aldığı işi kutlamak lazımdı. Bir iki mezelik sebze de aldıktan sonra eve yollandı. Birkaç gün önceden aldığı kavunu buzdolabına koyar, soğuğundan diş ağrıtan kavunun yanında onun acısını dindirecek yumuşak bir kalıp peyniri de koydu mu sofraya, tamam.

Mutfakta domatesi, naneyi ve diğer mezelikleri hazırladı. Rakının suyuna buz lazımdı, onun için de buz kalıbına su koydu. Ayhan'ın gelmesine daha vardı, biraz dinlenmek istedi. Ne zamandır girmediği babasının odasına girdi. İki yıldan sonra hala babasının yatağında uyumuyordu Hikmet. Havasızlıktan kokmuş odayı havalandırdı. Dışarının rüzgarından, camı açınca bir iki ufak eşya, kağıt parçası yere düştü yahut havalandı. Şevki baba dağınıklıktan hoşlanmazdı, hemen toplama ihtiyacı duydu Hikmet. Yatağın altına baktı her yer kir toz içinde, temizlemek lazım bir ara. Yatak örtüsünün uçlarını düzeltti, yerden kalkmadan, dizlerinin üstünde. Tam o sırada yerde duran kağıtlardan birini almadığını fark etti. Aldı kağıdı yerden. Arkasını çevirdi, babasının el yazması bir kağıttı bu.

"Bir hayattan vazgeçmek... Ölümün tadı başkadır, bir şeftaliden daha tatlı, daha kısa."





Pazar, Mayıs 30, 2010

Manifesto

Her haftasonu görüştüğü sayılı arkadaşları vardı. Hemen hemen her konudan konuşurlardı. Pek çekinmezlerdi birbirlerinden, sır saklamazlardı, ancak her şeyi de anlatmazlardı. Bazı şeylerin söylenmeye ihtiyacı olmadığı için, bazılarının da öteki hafta konuşulacak konular olması için. Fakat, elbette her iki insan arasında olduğu gibi, onun da arkadaşlarıyla ters düştüğü konular vardı: İlişkiler mesela. Hatta onu en çok anlayan, en tarafsız yaklaşan arkadaşı Ziynet'le bile. Bazı günler olurdu, kimseye ulaşamazdı, bazı günler olurdu ulaşmak istemezdi. Yalnız olmayı istediği yahut istemediği anlar. Yalnız olmayı istemediği halde hiçbir arkadaşına ulaşamadığı anları en korkunç anları olmaya başlıyordu. Böyle bir dönemde karşısına kim çıkarsa çıksın konuşur, vakit geçirir, yazışır, sevişir. Bu korku öyle bir hal alıyordu ki daha iki dakikalık insanlara derdini açmaya, aşık olmaya -gerçi daha çok aşık etmeye- çalışır olmuştu. Bu yüzden böyle anlar için yanında tuttuğu bazı insanlar vardı. Ona aşık olanlar yahut idol olarak görenler. Poh pohlanma ihtiyacı. Hiçbir arkadaşının onaylamayacağı bir ilişki bile yaşayabilirdi. Yalnızca -kısa bir süre bile olsa- uzaklaşmak, yormayacak bir insanla birlikte olmak, hiçbir şey düşünmemek için. Çünkü düşünmek, en tehlikeli uğraş haline geliyordu. Bu nedenle yalnızlık bu denli korutucu oluyordu. Lakin, bunu kimseyle paylaşamıyor. Ne yazık ki "acıma" peyda oluveriyor birden. İnsanların acıyan bakışlarıyla öldürülmektense, bomboş, dediği hiçbir şeyi anlamayacak, kendini yetiştirmekten aciz birilerini tercih ediyor. Ölmek yerine öldürmeyi. Bazı arkadaşları onun böyle olduğunu bilseler... Gerçi birkaç defa -yalnızca deneme maksatlı- bu tür konuları açamaya yeltendi, aldığı cevaplar:



Hiç etik değil!!
İnsanlar senin orospu olduğunu düşünecekler!!!
Ya karşındaki kişi sana aşık olursa? Yazık değil mi ona? Kırmak mı istiyorsun insanları?
Aynısı sana yapılsa?.....



Uzaklaşmak, kurtulmak istiyordu. Sürekli yargılanmak yoruyordu. Sessizleşmek istiyordu. Çünkü zannediyordu ki; sessizlik onu yok edecek. Hiç var olmamış gibi... Her gün farklı bir maskeyle, farklı bir kılıkta, kendinden ayrı davranmaktan kurtulacak, kurtaracak onu sessizlik. Tamamen saf ve çıplak olmak için susuyordu. Sessizlikle sevişiyordu. "Kendimi özlüyorum." Yalnızca "ben" olmak isteyen biri. Ancak maskelerinin, etiketlerinin, kıyafetlerinin, isimlerinin, bedenine sinmiş kekremsi kokusu, damlamış lekeleri çıkmıyor. "Kirliyim, temizlenemiyorum."

Hüzün İnsanı

Biz hüzünle yoğurulmuş, acıyla mayalanmış insanlarız. Bizim gibilere tek gecelik mutluluklar, anlık yaşanmış sevinçler lazım. Fazlası bizde iyi durmaz. O kadarı bize yakışmaz.

Aforizmalar

1.

Yeni iyi gelmeyince yahut yeniyle anlaşamayınca eskiye dönüş gerçekleşir. Halbuki eskiden sıkıldığın ya da eski artık yetmediği için yeniye gidersin. Ne değişir de eskiye dönersin, bilinmez.

2.

Eğer hiçbir yere ait değilsen, yalnızsındır. Ne sevenin vardır, ne nefret edenin.

3.

İnsanların düşüncelerini tüketiyorum. Onlarla yenilerini üretiyorum. Ürettiklerimi kendime saklıyorum, tükettiklerimi başkalarıyla paylaşıyorum.

4.

Alışmak, acı hissini unutmaktır.

5.

"Seni seviyorum"u seni sevdiğimi bilmen için değil, seni sevdiğimi benim bilmem için sürekli tekrar ediyorum. Çünkü bir gün kimseyi sevememekten korkuyorum.

Kütahya'dan Eskişehir'e Kısa Bir Yolculuk




KÜTAHYA’DAN ESKİŞEHİR’E
KISA BİR YOLCULUK


Raylardan gelen sesi duyunca başını kaldırdı. Güneşle ilk karşılaşma ânı gibi gözlerini acele kırptı. Toz ve demir kokusuyla kesif berbat bir sabah! Karmaşa dolu her esinti. Sevgiliden ilk kaçış ânı gibi…


Ellerini banka dayadı. Onlardan güç alarak ayağa kaktı. Yanına ne bir arkadaş ne de bir bavul almıştı. Yalnızca tedirginlik. Trene bindi. Ne kadar süreceği belirsiz yolculuk için fazla sade bir karşılama. Kendi yerini buldu, oturdu. Cam kenarıydı. Pencereden dışarı baktı, gözleri donuk. Uzun süredir yaşadığı şehre, yalanlara, sırlara gerçekçi bir veda etmek istedi. Beceremedi. 


“Telaşlanmayın,” diye fısıldadı gözlerine.


Tren kalkacağını haber verdi. Semih’ten daha ustaca veda etti Kütahya’ya. Daha sert, daha kesin.


“Baksana bi’ evladım, nasıl gidecez biliyon mu?” dedi Semih’in yanında oturan kadın.
Semih kadına birkaç saniye boş boş baktı.


Bunu niye bana soruyorsun ki, sanki trene binmeden önce söylenmedi.


“Buradan Alanyurt’a, sonra Eskişehir’e,” dedi Semih gülümseyerek.


“Sen or’da mı oturuyon?”


Sana ne be kadın. Çocuğunla filan ilgilensene.


"Hayır. Siz?”



“Yok ben değil de, kardeşim var or’da.”
 Semih hiçbir şey demedi.


“Tatile mi geldin sen?” ısrarcı kadın sorusunun yanıtını almayı bekleyemedi. Biraz öncesine kadar uslu uslu oturan çocuğu huysuzlanmış, kadının entarisinin eteklerini çekiştiriyordu.


Sağ ol çocuk.


Trenin dışında hızla geride kalanlar artık sadece elektrik direkleriydi. Kütahya’nın sokakları, insanları uzakta kalmıştı. Semih her bir direğe odaklanmaya çalışıyor, ancak göremeyeceği bir mesafeye geldiğinde bir diğerine geçmek zorunda kalıyordu. Hepsinde Kütahya’ya ait bir şeyler aradı ama bulamadı.
Peşinden mi gelecek sandın, veda bile edemedin üstelik. Hem etsen ne olacak saf, Kütahya önünde diz çökecek değil ya!


“Tatile miydi?” kadın cevap almakta kararlıydı. Semih’in iç sesine koca bir “SUS!” dedi.


Size ne!


“Terbiyesiz,” dedi kadın. Semih kadının tepkisine çok şaşırdı. Kadına daha cevap vermediğini sanıyordu. Ardından, dudaklarının düşünceler konusunda dedikoducu olduğunu fark etti. Hemen her şeyi kadına yetiştirmişti.


“Bir de gülüyor.”


Semih kendine hakim olamamıştı. Özür dilemesi gerekirken gülüyordu. Çok uzun süredir aklından geçenleri 
dürüstçe insanlara söylememişti.


Aklında sözcükleri önce zincire vururdu Semih. Onları ıslah etmeye çalışırdı. İnsanlara duymak istediklerini söylerdi, böylece her şey yoluna girerdi. Bu zorunlu tutsaklık çoğu hevesinin katili olmuştu.
Öykü yazmak istemişti lisede. Ancak ıslah edilmiş sözcükler kaleme yakışmıyor yahut zorla kalemden dökülen bazıları ise kağıdın üstünde eğreti duruyordu. Yazma işinden böylece vazgeçti.
Başka sanat dallarıyla da bir süre uğraşmayı denedi. Görülen o ki; tutsak olanlar yalnızca sözcükler değildi.
Bugün, trene bindiği andan itibaren, hatta Eskişehir’e gitmeye karar verdiğinden bu yana zincirler kopmaya başlamıştı. Ve zihinde özgürlük peyda oluverdi.


Hoş geldin, ben de Semih.


Birkaç gün öncesine kadar Kütahya’nın diz çökmesi, özgürlüğün hoş gelmesi mümkün değildi onun için.
Gülümseyerek yüzünü pencereden, kendisiyle birlikte seyahat eden yolculara çevirdi. Biraz önce sorularıyla Semih’i çileden çıkaran kadın, adama bakışlarını sabitledi. Gözlerini kıstı. Ne kadar sinirlendiğini fark etmesini bekledi. Semih ufak bir özür dileyebilirdi gerçi. Fakat bunun yerine, gülümsemesi dağılmadan önce, kadınla ilişkisini kesti.


Tuhafsın. Ben dürüstlükle anlaşmayı imzalamadan önce gayet kaba konuşan sen, hoşuna gitmeyen bir durum söz konusu olunca nasıl da kibarlaşıyorsun. Ah şu insanlar! Sizi bir çözebilsem… Çözemezsin. Uğraşma! Seni küçük görürken ne kadar rahat davranıyor, kibar olmak için çaba sarf etmiyor. Ancak sen sesini çıkarmaya başla, ufak olmadığını göster, işler hemen tersine döner. Sen iyi biliyorsun anlaşılan. Sen de biliyorsun. Eskişehir’e gidiyorsun hatırlatayım.


***


İLK YÖNTEM: TABANCA


Tabanca. Kısa ve öz. Zahmetsiz. Çekersin tetiği. Kurşun silahtan ayrılıp bedendeki yerini alacak. Bitti. Sana zarar veremez artık.

Kesin çözüm tabi ama bu kadar mı? Hemen öldürüp kurtulacak mısın? Ceza yok mu?


İKİNCİ YÖNTEM: BIÇAK


Zahmetli. Temizlik lazım. İster kısa, ister uzun. Geniş bir yelpazeye sahip.

Süreyi uzun tutabilirsin. İyi bir seçim olabilir. Hastasın sen. Sen?
ÜÇÜNCÜ YÖNTEM: ZEHİR.


Temiz. Can yakar. Fazlasıyla yakar. Kesin sonuç.
 
İşte bu bir klasik. Harika. Kesinlikle hastasın. Bana diyorsun ama, Kemal’i öldürmeyi planlayan ben değilim. Tamam ama bana yaptıklarından sonra az bile. Çocukluk sırasında yaşanan taciz olayları derin izler bırakır falan filan. Bunca yıldan sonra mı sızlamaya başladı o yara? Herkesin bir bahanesi vardır tabi. Bu bir bahane değil.


***


“Semih, yana kay,” dedi biraz çatallaşmış, kalın bir ses.


Semih istem dışı denileni yapacaktı ki pencere kenarında oturduğunu hatırladı. Kayacak yer yoktu. Bunu söylemek için başını kaldırdı ancak karşısına gri süveterli, ergenlik sivilceleri daha gitmemiş bir çocuk çıktı.


“Kaysana!” diretti çocuk.


“Yer yok,” dedi Semih. Sesi çok yabancı geldi ona. İncelmişti.


“Var işte, sıranın ortasına oturmuşsun, kay be.”
  Oturduğu yere baktı. Kahverengi. Tahta.


Şişman çocuk, Semih’in yer vermesini beklemedi. Onu itti ve kuruldu yerine.


Kimsin sen? Soruyor musun? Kemal?


Sesler kayboldu. Semih yanına gelen çocuğu tanıyınca her şey sustu.


“Şşştt. Baksana!”


  Semih masanın üstüne baktı. Siyah bir tabanca duruyordu.


“Al beni.”


“Hayır beni al,” dedi silahın yanında beliren bıçak.


“Beni almalısın,” dedi zehir.
 

Seç, beğen, al.
Çocuk Semih, içlerinden birini seçemedi. Biri pantolonunu çekiştiriyordu. Semih pantolonuna baktı. Kemal’in eli. Başını kaldırdı. Kemal arkadaşlarıyla gülüşüyordu. Ergenliğin ilk günleri, Kemal için konuşulacak konu belli.


Al şunlardan birini. Yeniden seni incitmesine izin mi vereceksin! Yalnızca biri işini görür.
 

Semih, ilk tercih olan tabancayı eline aldı. Kemal’e doğrulttu namluyu. Ve silah ateşlendi. Namludan çıkan kurşun Kemal’in kafasını delip geçti.


Aferin sana. Bitti. Bu kadar.
 

Semih yerinden kalkacaktı, Kütahya’ya geri dönecek, hayatına kaldığı yerden devam edecekti. Ama Kemal’in eli yine pantolona yapıştı.


Öldürmedim mi seni?


Bu sefer bıçağa sarıldı. Kemal’in boynuna sapladı. El, pantolonu bıraktı.
 

Güzel. Bu sefer daha az tereddüt ettin. Bu iyi. Ben gidiyorum.


Kemalden izin çıkmadı fakat. Semih bu sefer hiçbir şeye vakit harcamadı. Zehri kaptığı gibi Kemal’in ağzına boşalttı. Üçüncü kez ölümünü izlemedi hatta el ile pantolonun ayrılmasını bile beklemedi. Koşar adımlarla uzaklaştı oradan. Sınıftan çıktı. Okul merdivenlerini hızla indi. Çıkış kapısına elini uzatmıştı ki pantolon yeniden sıktı belini. Biri onu çekiştiriyordu. Semih durdu. Pantolonuna baktı. El göremedi. Kemal’in sesini duyuyordu ancak; onu göremiyordu.


“Bir oyun oynayalım mı? Çocuklar bakın, Semih’te küçük bir şey varmııııııııışşşş…”


***


“Beyefendi, uyanın.”


Bir sarsıntı hissetti ve uyandı.


“Eskişehir’deyiz.”


“Salyangozları ağlatan Isabel’di.”


“Yok efendim kimse ağlamadı, merak etmeyin.”


“Salyangozları ağlatan Eskişehir’di.”


“Evet, Eskişehir’e geldik. Kalkmanız gerekiyor.”


Görevliyi daha fazla uğraştırmadı, söz dinledi Semih. Trenden indi. Uzunca bir süre görüşmediği eski bir arkadaşı, Eskişehir’i selamladı.


“Merhaba”lar, “hoş geldin”ler bittikten sonra Semih kemerine dokundu. Kemer yerinde. Bel rahat. Pantolonun ne paçası ne de başka herhangi bir yeri çekiştiriliyor.


Eskişehir eski kalmak zorunda değil. Değil ama eski kalmazsa Kemal’i zor bulursun.
Semih, Kemal’i bulma konusunda pek kaygılanmıyordu. O an yalnızca Eskişehir’i düşünüyordu. Tanıdık gelen her sokakta, her caddede yürüdü.


Özlemiş misin?
 

İki sokağın kesiştiği bir yerde duruyordu adam. Eskiye özlem duymamasının kanıtı iki sokak: Atilla ve Hüseyin Cihat. Atilla uzunca bir sokak, ona yarıdan birleşen Hüseyin Cihat. Pek değişmemişler. Hüseyin Cihat’ın sonunda, pembe boyası eskimiş bir okul binası gördü adam.


Boyamışlar.


Sokak boyunca yürüdü adam. Okulun önüne gelene kadar yürüdü. Sokak boyu dizilmiş arabalardan, okulun 
eski, lacivert halini hatırlamak zordu. Semih için bu binanın, Eskişehir’den kaçış sebebi olduğuna inanmak da zordu. Tek kanıt kapılardı.


Adam karşı kaldırıma geçti. Okul kapılarından birini itti. Hâlâ güçlükle açılıyorlardı. Giriş katında yardımcısının odası, daha ileride müdürün odası. İç düzen yerli yerinde.


“Buyurun.”


Müdür yardımcısının odası açıktı. Semih gülümsedi, içeri girdi. Masanın üzerinde küçük metal bir tabakaya yardımcının adı yazılmıştı: Kemal TÜZÜN.


“Kayıt için mi geldiniz?”
Semih, Kemal’i bu kadar çabuk bulmayı beklemiyordu.


“Evet. Ben de eskiden burada okumuştum.”


“Herkes bir gün eskiye dönüyor tabi. Ben de burada okumuştum. Gençken gitmek gerek diye düşündüm. İstanbul’a yerleştim. Sonradan eski çekiyor tabi. Döndüm.”


Eski çekiyor tabi.


“Sahi, siz kaç yılında buradaydınız?” dedi Kemal.


Silah belinde. Bıçak palto cebinde. Haplar gömlek cebinde. Hatırlatmana gerek yok biliyorum. Ne bekliyorsun o zaman? Karar veremiyorum. Neye? Kime veda edeceğime. Ne demek istiyorsun?


***


“Kütahya’da mı oturuyon evladım,” dedi kadın.


“Evet, siz?”


“Yok ben değil de, kardeşim.”


“Ne güzel,” dedi Semih. Gülümsedi kadına.


Arkasına yaslandı. Tren kalkacağını haber verdi. Pencereden dışarı baktı. Kemal, karısı ve iki kızıyla bir başka vagona el sallıyordu.