Perşembe, Haziran 03, 2010

Perde

Uyandığında, uyumadan önce verdiği kararlara yaşam vermiş olarak kalktı yatağından. Yeni kararlar, yeni yaşam... İçinde tüm heyecanlarla, hızlıca giyindi, tıraş oldu. Birkaç defa çenesini kanattı. Postallarını giydi. Anahtarları attı cebine. Kapıyı açtı. Günün en soğuk saatleri. Askıdan ceketini kaptı. Kapıyı çektiği gibi çıktı evden. Hızla merdivenleri iniyordu. Apartmanın demir ve ağır kapısı gürültüyle açıldı, kapandı.

Sabahın ilk saatleri, gri. Bulutların ardına saklanan bir güneş var. Ancak adamın yeni tıraş olan yüzünde kalan su damlaları donuyor. Elinde tuttuğu ceketini giymek zorunda kaldı Hikmet. Heyecanı onu sıcak tutmaya yetmedi bu sefer. Ceketin düğmelerini ilikledi.

Kırk dakikalık bir yürüyüşün ardından babadan kalma perde dükkanının önüne geldi, Hoşdere'nin ortalarında kirası cebi yakan dükkanın. Cebinden anahtarları çıkardı. Kepenkleri kaldırdı önce, ardından dükkan kapısına anahtarı yerleştirdi. Güçlükle çevirdi anahtarı, sağ omzunu dayadı kapıya, açtı.

Hoşdere'de, bir yufkacıyla bir market arasında fazla eğreti duran bir dükkandı burası. Babası zamanı, hep perdeciler caddesi olarak bilinirmiş, fakat kira meselesi büyük mesele. Öyle her esnaf kaldıramaz Hoşdere'nin kirasını. Hikmet'in babası azimli adam çıkmış da gece gündüz demeden alnının terini kiraya çevire çevire her ay geciktirmeden ödemiş.

İki gün önce, dükkanı kapatmadan önce, perdecinin yanındaki yufkacının en büyük rakibi, Hikmet'in yakın bir dostu uğramıştı. Yanında sigarayla gelmişti adam. İçerisi hala ucuz tütünle kesifti. Perdelere, tüllere tütün kokusu sinmesini istemyiordu Hikmet ama sigarayı da özlemişti. "Amaan be geçer kokusu" diyerek çekmişlerdi ciğerlerine. Anlaşılan geçmeyecekti koku -yahut özlem-.

"Havalandırmayı değiştirmeli."

Yıllanmış dükkanda değiştirilmesi gereken çok şey vardı, değişmeyen "zorluklar"dı. Dikiş masasına geçmeden önce, kapıya yakın bir yerde duran ahşap masasına oturdu. Telefonun yanında birikmiş zarflara, faturalara baktı. Ödenecek çok şey vardı, havalandırma beklemeye alındı. Alınan kararlardan ilki de buydu zaten. Bazılarını bekletmek, öncelikleri belirlemek.

Birkaç zarfı ve faturayı masanın üzerinde bıraktı, öncelik hakkı kazananları, diğerlerini çekmeceye koydu. Terzi masasına gidiyordu ki kapı açıldı. Müşteri gelmişti.

***

-32. yılın kutlu olsun kardeşim, diye bağırdı Ayhan. Girişten Ayhan'ın sesini duyan Hikmet, dikiş makinesini durdurdu. Aylardır görüşmediği dostunun yanına gitmek için odadan çıktı.

-Vay kardeşim, dedi sarıldı Ayhan.

-Yufkacı Memed hasretiyle mi geldin buralara?

-Hiç açma o konuyu, zaten müşterilerimi çalıyor şerefsiz. Onun yüzünden seni de göremedim kaç aydır, dedi Ayhan, okkalı bir tane de geçirdi Hikmet'in sırtına. Adamın soluğu kesildi, öksürdü.

-Hala gitmedin mi doktora?

-Giderim bir ara.

-Erteleme be şunu.

-Vakit mi var? dedi Hikmet. "Para?"

-Bak bizim yeğen doktor çıktı, gidelim ona.

-Mezun oldu mu o?

-Tabi ya, ne sandın?

-O kadar oldu ha...

Hikmet arkadaşına bir tabure çekti, diğerine de kendi oturdu. Ayhan cebinden yarı dolu bir paket çıkardı.

-Yak bakalım, gitti aklın yine bir yerlere.

-Zar zor bıraktım zaten, alıştırma beni, sigaraya verecek metelik yok.

-Amaan, her şeyi düşünüyorsun sen de. Yak bir tane işte, bir taneden bir şey olmaz.

Hikmet ilk sigarasını yakmadan önce içeriden, yeni demlediği çaydan iki ince belli doldurdu, getirdi. İçini ısıtan kıpkırmızı çaydan yudumlarken,koca bi nefeslik çekti ciğerlerine.

Hikmet ve Ayhan sessizliği görüşmedikleri ayları konuşarak bozdular.

***

Yataktan çok zor kalktı o gün Şevki. Yalnız uyumaya başlayalı yedi yıl olmuştu. Ama otuz dört yılın alışkanlığı da geçmiyordu. Yedi yıldır uyanamayacağı sabahı bekliyordu ama sabahlar gelmeye devam ediyordu.

Şevki, çocukluktan kalma bir alışkanlık, okumadan bir güne başlayamazdı. Saatine baktı, dükkanı açmak için erken. Okumaya vakit vardı. Yatağının yanında duran komodinin üzerinde duran kitabına uzandı. Kitabın arasından, birkaç hafta önceden kalma ufak bir kağıt paarçası düştü. Yaş ilerledikçe yazmaya olan tutkusu mu yoksa içinde biriktirdiklerinin ağırlığından mı bilinmez, bir iki kelime karalamıştı oraya. Sayıları azalmış sabahları düşünerek yazmıştı.

Yazdığı kağıda arada sırada gözü takılarak kitabını okudu. Okumaya devam etti. Dükkan açılmayı bekliyordu. Beklemeye de devam edecekti.

- Kalktın mı baba?

Hikmet'in seslendiğini duydu Şevki. Ses çıkarmadı. Hikmet bir kez daha seslendi. Ses daha yakından geldi bu sefer, Hikmet babasının sesini duymak için kapıya yaklaşmış olacak. Yine çıt yok.

Tak tak.

-Ben gidiyorum, dedi Hikmet kapıyı açmadan. Babasının okuduğunu biliyordu, sabahın ilk saatleri, kutsal saatleri, bozulmamalıydı. Babasından sabah sabah fırça yerdi, biliyordu. Bu yüzden kapıyı tıklatmaya, hatta seslenmeye bile çekinmişti. Yarım saat civarı oyalanmıştı bu yüzden. Ancak kapı açılmayınca, okul vakti de gelince bekleyişler tükendi.

Şevki'den yine ses çıkmadı. Hikmet üstelemedi. Gerçi dükkana gitmeliydi babası ama demek ki daha vazgeçememişti kitabından. Montunu giydi. Yılın en soğuk zmanaları, bir de atkı takmalı. Montunu aldığı askılığın yanında asılı duran atkıyı aldı, annesi örmüştü onu. Sardı boynuna. Neredeyse on yıl öncesinden kalma olmasına rağmen hâlâ leylak kokuyordu. Evden çıkmadan önce içine çekti Hikmet kokuyu. O zamanlar yeni yeni tütünle doldurduğu ciğerlerini o sabah leylak kokusuyla rahatlattı.

Şevki, kapının kapandığını duydu. Gözlerini kitabın arasından düşen kağıttan ayırmamıştı. Dokunmamıştı bile, kucağında yatıyordu öylece. Kitabı da yorganın üzerine bırakarak çıktı yataktan. Odasının kapısını açtı. Hole sinmiş leylak kokusunu duydu. Tuvalete doğru giderken, sudan önce leylak kokusuyla yıkadı yüzünü. Tıraş olurken, aklı leylakla sarhoş, çenesini, yanağını kesti birkaç defa, aldırış etmedi. Tıraş bitiminde yüzünü, kaynatılmaktan eskimis havlusuna sildi.Bembeyaz havlu, birkaç damla kan lekesiyle pembelendi.

Tuvaletten çıktı, salona -aynı zamanda oğlunun yattığı odaya- geçti.Ufak salondaki resimlere baka baka koltuğa yöneldi. Hikmetin kaldırmadığı çarşaf ve yorganı eliyle tortop etti, kendine bir yer açtı, kuruldu koltuğa. Kumandayı aldı eline, televizyonu açtı, sesini tamamen kıstı. Sürekli değişen renkler, televizyon ışığı Şevki'nin bedeninde dolaşıyordu. Her geçen saniye, adam biraz daha odaklanıyordu televizyona, etraf biraz daha kararıyordu onun gözünde. Renklerin ve ışığın gücü, etkisi artıyordu. Böylece bir süre geçrdikten sonra, radyoyu da açmaya karar verdi. Sanat müziğinin mektepli seslerinden biri Zeki Müren'in eserini yanlış bir makamdan girmiş, mahvediyordu. Şevki normalde olsa, hemen sayar söver, radyonun sesini çok az kısarak, kendisi doğru makamdan ders verirdi mektepliye.

Şevki fırsatı olsa alaylılardan, ama hakkını veren bir sanat müziği okuyucusu olabilirdi. Fakat onun fırsatı, bir diğer yeteneği, dikiş olmuş, kendini de en iyi perde de görünce, borç harç, bir şekilde denkleştirmiş, bu dükkanı açmıştı evliliğinin ikinci yılında.

Kahvaltı yapmak iyi bir fikir olabilirdi ancak; gereği yoktu Şevki'ye göre. Yine de buzdolabından iki tane köy yumurtası çıkardı. Kardeşi köyden yeni göndermişti bunları. Peynir, zeytin masada yerlerini aldı. Saat 10:00'a geliyordu. İlk müşterisinden muhtemelen -kesinlikle- birkaç küfür yemişti çoktan, şimdi ikincisinden de yiyecekti. Tavayı ocağa koydu. Biraz da ayçiçek yağı. Yumurtaları kırdı. Sucuk da olacaktı şimdi, tüm evi yakıcı bir baharat kokusu saracaktı ama... Ocağın gazını açtı, ateşlemedi.

***

-Hoş geldiniz.

Gülümsedi, kafasını hafifçe öne eğdi kadın. Etrafa biraz göz attı önce, sonra Hikmet'in yanına geldi.

-Nasıl bir şey istiyorsunuz? dedi adam, ölçüleri not ettiği defterini ve kalemini alarak. Kadın duraksayarak konuşuyordu. Verdiği ölçüleri silip silip yeniden yazdırıyordu. Nihayetinde kadın ölçülerde karar kıldı, bunun üzerine Hikmet kadından adını, numarasını aldı.

-En geç iki gün sonra hazır olur, erken biter yahut gecikirse size haber veririm.

"Gecikirse mi? Niye gecikirse dedin ki, bak kadının yüzü düştü kesin vazgeçecek." Sonra gözü deftere kaydı, yazılmış, bitirilmemiş, yetişmesi gereken uzuuun iş listesine baktı.

-Baya hızlısınız anlaşılan, dedi kadın.

"Özensiz yapacağımı düşünüyor, hay Allah."

-Anlayamadım.

-İki gün sonra dediniz ya onu diyorum.

Hikmet gülümsemekle yetindi. "Ödenecek çok şey var, ben olmayım da kim hızlı olsun?" Birkaç hesap ardından kaba taslak bir fiyat biçti kadına.

-Şey, çeneniz.

Hikmet kadına boş boş baktı. Eli istemsiz çenesine gitti. Kuru kuru bir şeyler gelince eline, çenesi sızladı.

-Tıraş olurken kestiniz herhalde.

"İşte şimdi kesin özensiz biri olduğumu düşünecek. Fiyatı mı düşürsem acaba?"

-Hay Allah, fark etmemişim. İçeriye koştu, peçeteyi ıslattı, kanı temizledi. Kadının yanına geri döndü. Kadın, Hikmet'i görünce biraz kıkırdadı. Hikmet elinde ıslak duran kanlı peçeteyi atmadığını fark etti. "Şimdi de dalgın diyecek kadın, işi zamanında bitiremeyeceğimi düşünecek. Bir de üstüne sen kadına 'gecikirse haber veririm' de."

Kadını uğurladıktan sonra, sakinleşmek üzere oturdu tabureye. Babasının eskimiş, tozlanmış çerçevede zar zor görünen resmine baktı. İki yıl önce üniversiteye gitmek için çıktığı günü düşündü. O günün ardından okula gitmek yerine bu perde dükkanında çalışacağının ilk resmi günü, babasına söylediği son sözlerin, okula gidiyorum, olduğu gün geldi aklına. Her anı, o gün eve geldiğinde babasının ölü bedenini, kendi yattığı koltukta bulduğunu, cenazeyi, polis raporunu... Sahi, polis raporunu...

Polis ve otopsi raporuna göre; baba Şevki açık unuttuğu gaz yüzünden zehirlenerek ölmüştür. O saatte babası hayatta uyumaz, mümkün değil gaz kokusunu hissedememesi, fakat polise göre, o yaşlı bir adamdı zaten, unutmuş olabilir. Okulu bırakıp, baba mirası dükkanın başına geçeceğini sessizce, sakince karşılayan ve kabullenen Hikmet, aniden sinirlendi. Polisin Hikmet'e "başınız sağ olsun" demektense, babanızın en son düşündüğü kişi siz olsanız gerek, sizin yattığınız yer onun son tercih yeri olmuş, demesi öfkesini artırdı. Ölmek için Hikmet'in yatağını seçmesi bunun bir kanıtı mıydı yani? Nedense buna bir türlü inanamıyordu Hikmet. Öldüğü güne kadar hiçbir konuda oğluna güvenmeyen babası, tüm ömrünü adadığı, Hikmet'e göre "asıl evlat" olan bu dükkanı, oğluna bırakacak kadar güveniyordu ya da gerçekten -polisin dediği gibi- yaşlanmış, unutkanlık baş göstermişti.

***

Gazı en yüksek derecesine geitirdi. Mutfaktan ayrıldı. Tekrar Hikmet'in yatağı olarak kullanılan koltuğa oturdu. Evin düzeni Şevki'nin karısı öldükten bu yana değişmemişti. Şevki televizyon izlerken uyukluyor diye kadın bu üçlü koltuğun, tam televizyon karşısında, şu anda olduğu yerde bulunmasında karar kılmıştı.

Yatakta bıraktığı, çok önceden yazmış olduğu kağıt parçasını düşündü.

Nefes almakta zorlandı.

Ayaklarını uzattı, koltuğun ucunda hala duran çarşaf, yorgan ve yastığın üzerine.

Nefes almakta zorlandı.

Kendini aşağı doğru çekti biraz, başını koltuğun koluna denk getirmeye çalıştı.

Nefes almak güçleşti.

Kol, başını acıtınca, Hikmet'in yastığını aldı başının altına.

Nefes...

***

Kapı açıldı, aynı kadın tekrar gelmişti, aklında sorular vardı, belliydi. Hikmet, işini yarıda bıraktı kadının yanına gitti. Eline defterini aldı tekrar. Kadın, bir iki özellik ekletti perdesine, bir iki tanesini çıkarttı. Hikmet kaba taslak bir fiyat oluşturuyordu, artırıyordu, azaltıyordu. Artan fiyat Hikmet'e yazın en sıcak ayınca buz gibi dondurma keyfiydi, azalan fiyatsa, bes belli. Sonucu söyleyince kadına, kadın küçük çapta bir şok geçirdi ancak fiyata razı oldu. Hikmet'in aklındaki defterden birkaç borcun üstü çizildi.

Kadını uğurladıktan sonra Ayhan aklına düştü. Aradan pek vakit geçmemişti görüşmeyeli fakat, özlemişti yine de. "Ancaak, buraya çağırmak olmaz, en iyisi ev." Aradı, haber verdi.

Önce yandaki markete uğradı bir otuz beşlik rakı aldı, akşam bir efkar dağıtmak ve asıl önemlisi en son aldığı işi kutlamak lazımdı. Bir iki mezelik sebze de aldıktan sonra eve yollandı. Birkaç gün önceden aldığı kavunu buzdolabına koyar, soğuğundan diş ağrıtan kavunun yanında onun acısını dindirecek yumuşak bir kalıp peyniri de koydu mu sofraya, tamam.

Mutfakta domatesi, naneyi ve diğer mezelikleri hazırladı. Rakının suyuna buz lazımdı, onun için de buz kalıbına su koydu. Ayhan'ın gelmesine daha vardı, biraz dinlenmek istedi. Ne zamandır girmediği babasının odasına girdi. İki yıldan sonra hala babasının yatağında uyumuyordu Hikmet. Havasızlıktan kokmuş odayı havalandırdı. Dışarının rüzgarından, camı açınca bir iki ufak eşya, kağıt parçası yere düştü yahut havalandı. Şevki baba dağınıklıktan hoşlanmazdı, hemen toplama ihtiyacı duydu Hikmet. Yatağın altına baktı her yer kir toz içinde, temizlemek lazım bir ara. Yatak örtüsünün uçlarını düzeltti, yerden kalkmadan, dizlerinin üstünde. Tam o sırada yerde duran kağıtlardan birini almadığını fark etti. Aldı kağıdı yerden. Arkasını çevirdi, babasının el yazması bir kağıttı bu.

"Bir hayattan vazgeçmek... Ölümün tadı başkadır, bir şeftaliden daha tatlı, daha kısa."





1 yorum:

  1. dedem leylak kokardı benim... yaşım küçüktü öldüğünde, 6 falandım. öldüğü gece yanımda uyuyordu, leylak kokusu burnumda hala...

    hayatımın 4 yılını ankarada geçirdim, okul nedeniyle. bunun yaklaşık iki senesi ayrancıda geçti, hoşdere caddesinde. okul servisinin kalktığı durağa yürürken, esnafların dükkanlarını açışlarını görürdüm sürekli, hoşuma giderdi onların açış saatlerine denk gelmek her gün.

    Çok hoşuma gitti hikayen, 6-7 dakika geçmişe gidip geldim.. daha fazla yazmalısın...

    YanıtlaSil